Bu sayımızda sizi Robert De Niro, Anne Hathaway ve Rene Russo’nun başrollerini oynadığı 2015 yapımı “The Intern” filmiyle tanıştıracağız.
Covid 19’un devam eden etkileri, toplumsal gerginlikler ve küresel iklim krizinin bir parçası olan yangın, sel gibi doğal felaketler, bunlara karşı ne kadar hazırlıksız olduğumuz gerçeği içimizi karartır ve çıkış yolları ararken “The Intern” ile biraz soluklanalım; naif, hafif, eğlenceli ve kolay izlenir bir filmin içinde rahatlayalım istedik.
Film, Nancy Meyer imzalı. Film dünyasında uzun yıllar başarılı, sıcak ve esprili komedilere imza atan Nancy; yazar, yapımcı ve yönetmen olarak çalışmış ve 1980 yapımı “Private Benjamin” filmiyle Oscar’a aday olmuş.
Oyunculardan bahsetmeye gerek yok sanırım, hepinizin çok yakından tanıdığı, çok başarılı sanatçılar.
Film Movies for Grownups Award ödülünü “en iyi komedi” dalında almış. Filmin rating’leri IMDB’de 7.1, Rotten Tomatoes’da vasat sayılabilecek izleyici değerlendirmeleri almış.
The Intern “About the Fit” adlı bir startup’ın kurucusu ve CEO’su Jules Ostin (Anne Hathaway) ve 70 yaşında, telefon rehberi hazırlayan bir firmadan emekli (tabi ki akıllı telefonların olmadığı dönemler için) ve emekliliğin kendine göre olmadığını düşünüp bu firmada kıdemli stayjer olarak işe başlayan Ben Whittaker (Robert De Niro) ve etrafındaki olaylar kurgusunda geçiyor. Ayrıca Ben’in hayatına anlam katan Fuina (Rene Russo)’yı da unutmamak gerekiyor. Filmde baskın olmasa da ileri yaşlarda da romantizm olabileceğini göstermek açısından oyuncu seçimini çok başarılı bulduğumu söylemeliyim.
Şirket bir sosyal sorumluluk projesi olarak eski ve (belki de yaşlı) çalışanları iş hayatına yeniden kazandırmak ve deneyimlerinden yararlanmak için ilan açar, ilana başvuranlardan biri Ben’dir. Hazırladığı video ilgiyle izlenir ve görüşmede insan kaynakları uzmanı o müthiş soruyu patlatır Ben’e: “10 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?” Sonunda birkaç stajyer alınır ve biri Ben’dir.
Her ne kadar pandemi nedeniyle çoğumuz ofislerimizden uzak kalmış olsak bile bir ofis ortamı canlandıralım şimdi, modern bir ofis. Açık ofis ortamında tişört-penye, kot pantolonlu, spor ayakkabılı çalışanlar; ortada upuzun masalar ve bilgisayarlar, ofis içinde toplantılarına bisikletle giden bir yönetici ve hatta şirket içi çalışan bir masöz. Bu görüntü kravat ve takım elbiseli, elinde bir Bond çanta ile işe başlayan Ben ile şenlenir. Bulunulan ortama yabancılığın gözle görünür ifadesi bir görünüm sunar bize yönetmen. Ben, eski moda görünümlü ama çalışkan ve doğru insan modeli olarak filmde kendine yer edinecektir. Ben’den belki de modern zamanların havarisi olarak da söz edilebilir.
Ben aynı zamanda akıllıdır, ilgilidir, olaylara çabuk adapte olur, deneyimlidir, çevresindeki gençlere yol gösterir, sevilen bir figür olur, kısa sürede çalışanların sevgisini kazanır. Bir kişisel asistan arayan Jules’un cankurtaran simidi olacaktır bir süre sonra.
Jules genç, hırslı ve teknoloji dünyasında bir kadın iş sahibi ve yönetici olarak en büyük ikilemini yaşamaktadır: iyi bir iş kadını ve iyi bir anne olmak. Film bu ikilemi doğrudan masaya yatırıyor ve çalışan anneye karşı yargılayıcı tutumları da göz önüne seriyor. Filmdeki bir anekdot Jules için çok etkileyici olacaktır: Çocuklarının yaklaşan bir okul etkinliği için her veli yiyecek hazırlayacaktır ve Jules’a hazır bir meze almasını söylerler: “Çünkü sen yapamazsın.“ Jules şaşkınlıkla: “2015’te hala çalışan anneleri yargılıyor musunuz?” der.
Jules’un işleri o kadar yoğundur ki çocuklarına bakmak için eşi fedakarlık yapar ve işinden ayrılarak baby-dady rolüne bürünür. Tabi bu durumun getirdiği sancılar da filmin içinde kendine yer bulur.
Yeteri kadar spoiler verdim sanırım, film ilginizi çektiyse online kanallarda bulabilirsiniz.
Keyifli seyirler.