Nasa’da çalışan üç zeki Afro-Amerikan kadının gerçek yaşam öyküsü bu filmde hayat bulmuş. Katherine Johnson (Taraji P. Henson), Dorothy Vaughan (Octavia Spencer) ve Mary Jackson (Janelle Monáe)’ün biyografisinden yola çıkan filmde Theodore Melfi yönetmen koltuğunda. Kevin Costner da filmde bilimsel çalışmaları yürüten El Harrison rolüyle karşımızda. Film 78 kere aday olduğu yarışmalardan 31 ödülle dönmüş. Film 2017 Oscar ödüllerinde “En iyi film, en iyi yardımcı kadın oyuncu (Octavia Spencer) ve en iyi uyarlama senaryo” dalında aday oldu.
Sovyetler Birliği’nin Gagarin’i uzaya göndermesinin ardından ABD’nin geride kalmış olmasının yarattığı baskı ortamında muhteşem üç kadın Nasa’nın en önemli operasyonlarında kritik rolü oynayacaklardır. 1960’ların başında ABD’de siyah ayrımcılığı devam etmektedir, tuvaletler siyahlar için ayrıdır, kahve makinesi bile siyahların elinin değdiği bir şeyi ellememek için ayrıdır. Bu ortamda hem siyah üstüne üstlük de kadın olarak bilim insanı olmak inanılmazın başarılmasıdır. Bu film bu üç kahraman kadının mücadele öyküsüdür.
Filmi çok beğendim, heyecanla izledim. Kusura bakmayın sinematografik bir yorum yapamayacağım. Film benim için bambaşka bir anlam taşıdı. Bir bilgisayar mühendisi olan ben bizim tarihimizden bir parça buldum, onların başarılarıyla gururlandım, onların kadın ve siyah olmasından dolayı karşılaştığı zorlukları yüreğim sıkışarak izledim.
İlk işe başladığımda bilgisayar kavramı henüz yoktu Türkiye’de, markası ne olursa olsun her bilgisayara IBM deniyordu. Filmin önemli aktörlerinden biri de IBM makinesi… IBM 7090 Data Processing System. Boyutu kestirilemeyen, o yüzden NASA’ ya getirildiğinde içeri sokulmak için duvarların yıkıldığı kocaman bir dev. IBM, uzay hesaplamalarını hızlandırmak için mucize gözüyle bakılan bir alet.
Peki IBM gelene kadar hesapları kim yapıyormuş? Kendilerine “computer” denilen muhteşem zekada, kollu Facit ile inanılmaz hızda hesap yapabilen siyah kadınlar… İşte film bunların arasından sıyrılan üç kadının kahramanlık öyküsünü anlatıyor. Aşağılanmalarına aldırmadan, bilime ve öğrenmeye olan sevgileri ve inançlarının önlerinde hiçbir engel bırakmadığı, sonunda herkesin önlerinde şapka çıkardığı kadınlar…
Yaşıtım mühendis arkadaşlarım çok iyi bilirler Fortran diye bir programlama dili vardır, hatta ben de mezuniyet projemi Fortran ile uzayda çöplük haline gelmiş, yörüngede kalmış uyduları tespit edip rotalarını değiştiren bir programa bir parça kod yazarak tamamlamıştım. Düşünebiliyor musunuz benden yıllar önce dünyadaki ilk Fortran kullanıcıları olan kadınlar, Fortran’ı uzaya çıkmak, uzay aracını güvenle yörüngeye sokmak için kullanırken, yıllar sonra ben aynı Fortran’ı yörüngede kalmış ve işi bitmiş uzay araçlarını tespit eden bir yazılım için minik bir parça da olsa kod yazarak kullandım ve bu maceranın bir parçası olduğumu hissettim filmde.
Fortran’ı bilen bilir oldukça eski bir dildir, benim üniversite yıllarımda her mühendislik bölümünün CS200 koduyla aldığı, fakültenin tatlı baş belasıdır. Ama 1960’ların dünyasında “Fortran yeni ve heyecan veren bir dildir.” demeleri beni gülümsetti. Yine eskiler bilir punch kartları vardı, her yazılım cümlesini bir karta yazarsınız ve makineye okutursunuz, o da çalışır ve işini yapar. Punch kartlarını gördüm, gözlerim doldu, okul sıralarım aklıma geldi…
IBM NASA’ ya geldiğinde filmde dedikodular alır başını gider, “Bir makine gelmiş, bizim işimizi yapacakmış, biz işsiz kalacakmışız.” Diğerleri der ki “Ama bunları çalıştırmak için de insan lazım değil mi?” Bu soru bugün de önümüzdeki en güncel sorunlardan değil mi?
Film çok teknik içeriğe sahip gibi yanlış bir izlenim yaratmak istemem. Ben aralardan, mesleki duyarlılıkla yakaladığım bazı bilgiler çok hoşuma gittiği için paylaştım. Baştan sona bence başarılı bir kurgu, ortamın heyecanını ustalıkla yansıtan, sıcacık, sürükleyici bir film.