Ocak 2021’den beri, Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyum yönetimine karşı süren direnişi, üniversitenin Bilgisayar Mühendisliği bölümü öğretim üyelerinden Cem Say ve Tuna Tuğcu ile, mesleğimize dair gidişatı, öğrencilerin ve öğretimin durumuyla ilgili meseleleri de dahil ederek, BMO’dan üç meslektaş, Dicle Öztürk, İlhami Türkdoğan ve Zeliha İlke Selvi, birlikte konuştuk. 2 Ocak 2021’de, Boğaziçi Üniversitesi’ne iktidar tarafından, iktidar partisiyle daha önce ilişkisi olduğu bilinen bir kişi, kayyum rektör olarak atandı. O günden beri, üniversite mensuplarının, kendi seçimlerinin yasaya rağmen askıya alınmasına karşı protestoları devam ediyor. Öğretim elemanları ise, bugün (7 Temmuz 2025) itibariyle 1104 defadır “Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz” diyerek, öğle tatillerinin bir kısmından özveriyle, Rektörlük binasına sırtları dönük, her iş günü nöbette durmaya devam ediyorlar ve kayyum yönetim gitmediği sürece, bu protesto sürecek gibi görünüyor. Röportajı 22 Nisan 2025’te yapmıştık fakat çeşitli nedenlerle düşündüğümüz zamandan sonra yayınlayabildik. Anlatılanların hepsi aradan geçen zamana rağmen, ne yazık ki ve bazı konular için de neyse ki diyerek, hâlâ güncel. Birarada olmanın ve direnebilmenin umuduyla, severek okumanızı dileriz.

Dicle Öztürk:
Nisan 2025 itibariyle Boğaziçi’nde durum nasıl? Dört yıldır süren direniş var, protestolar var. Herhangi bir değişiklik oldu mu? Yönetimle sizin, sizin yani öğretim elemanları ve öğrencilerin arasında, bir iletişim kanalı oluşabildi mi? Talepler hiç karşılandı mı? Neler anlatmak istersiniz? Kabataslak bir durum değerlendirmesi verebilir miydiniz bize?
Cem Say:
İletişim kanalı olarak Twitter’ı artık yönetim de kullanmaya karar verdi. Yönetimin bu işler için açtığı bir Twitter hesabı var. Yani Kurumsal İletişim’in yanı sıra, böyle bu tip iletişim için yeni bir hesap açtılar. İşte orada okuduklarınızın genellikle doğru olmadığını varsayarak ilerleyebilirsiniz. O tatta açıklamalar için orayı kullanıyorlar. Bizim istediklerimizi belirtmemiz de genellikle dava açma yoluyla oluyor. Çünkü normal şekilde söyleyince herhangi bir yanıt alınamıyor. Normal bir kurumda, normal bir üniversitede mesela kurullar falan olur. Fakülte kurulu üyeliği bir tane boşaldı. Ben aday oldum. O yüzden fakülte kurulu üyesi seçimi yapılmıyor 3-4 aydır bizim fakültede. Yani bu da herhalde YÖK kurulduğundan beri ilk defa olmuş olan bir olay olabilir. Çünkü kanunda apaçık yazıyor. Nasıl seçileceği belli. Öyle yani. Pek bir artıya gidiş yok.
Tuna Tuğcu:
Önceden biraz ‘utangaç yandaş’ ya da ‘utangaç kayyum’ modu vardı. Biraz daha şirin görünme çabası, yaptığını kılıfına uydurma çabası gibi şeyler vardı. Yani yine aynı haksızlıklar, yine mobbing vardı. Ama bunda sanki biraz daha kibardılar ya da işte ‘ya bu bizden kaynaklanmıyor’ gibi şeyler söyleme durumundaydılar. Şimdi mahkeme kararları çiğneniyor. Yasa tanınmıyor. Artık insanları çağırıp tehdit ediyor. Özellikle yardımcı doçentlik süresi dolduğu için süresinin yenilenmesi gereken hocalarda imza yetkisi rektör koltuğunda oturan kişide olunca bu kişileri tehdit ediyor. Doçent olması gereken kişileri tehdit ediyor. Profesörleri tehdit ediyor. Bunları kimi zaman, başka insanlar ya da bölüm başkanları üzerinden, ‘söyleyin ona’ şeklinde yapıyor. Bazen bizzat odasına çağırıp ve çocuk azarlar gibi.. İşte artık en sonunda bambaşka bir noktaya getirdiler. Yani gücünün yettiklerine bunları yapıyorlar. Ama gücünün yetmediği kişilere de, zarar verebilmek için çevresindeki diğer insanlara zarar vermeye başlıyorlar. Yani bizimle çalışan personele mesela.
İlhami Türkdoğan:
Avrupa Üniversiteler Birliği’nden ayrılmış oldu değil mi Boğaziçi Üniversitesi? Bu durum doğrudan atanan kayyumdan mı kaynaklı? Yoksa diğer üniversitelerde de benzer bir durum mu var, yaşandı ya da yaşanıyor?
Cem Say:
İlhami Bey, bizim Boğaziçi gibi bir üniversite dünyada, Türkiye’de yani hiçbir yerde yok. Yok yani. Türkiye’de birçok üniversite, ‘Biz buna yeni üye olduk. Çok mutluyuz’ filan diye sitelerinden anons ederken, anladığımız kadarıyla, kendi inisiyatifiyle -öyle bir şey varsa işte- tek imza ile ‘Ben bundan çıktım. Aidatı ödemiyorum’ diyerek çıkmış; “mış” yani. Biz onu sonradan duyuyoruz. Ama tabii, o birliğin nasıl bir birlik olduğu, ne yaptığı, neler söylediği, üniversite nedir, standartlar nedir filan, bu konularda laf eden bir şey olduğu için bunu anlamak mümkün. Bu kafanın, bu birliğin içinde olmak istememesini anlamak bir taraftan da mümkün.
Dicle Öztürk:
Kaloriferlerin yanmaması gibi sorunlar vardı. Yine ders iptalleri, sınav iptalleri oluyormuş. İnşaat gürültüsü varmış bir de. Bunlar sürüyor mu?
Cem Say:
Donduk donduk, ondan sonra kalorifer geldi. Bugün itibariyle Kilyos’taki yurtta, yani yurt öğrencisisiniz siz işte, kapıdan çıkıyorsunuz, karşı odada inşaat var. Ona başlamışlar. Yani bu inşaatın illa ki yapılması biliyorsunuz çok çok önemli bir olay ama planlı yapılması lazım. Yani kazan değiştirecekseniz önce yerine takacağınız kazanı almanız gerekiyor. Ha şu benim odada da bu ekranda gördüğünüz rezaletin aynısı var [Bozuk klimaları görüyoruz]. Bu yeni klimamızın borusu. Ben bunu takan adama sordum. Acaba rektörün ofisine de böyle mi takıyorsunuz dedim. Öyle olmuyor tabii. [Kampüste] bir işçi öldü, iş cinayeti oldu resmen. Biz hocaların, öğrencilerin girdiği yerde, hatta bir hocamız şahit olmuş olaya. Kamyon adamcağızın üstüne devrilmiş. Her gün tepemizden tonlarca şeyler, o vinçlerle ağırlıklar bir taraftan bir tarafa uçuyordu. Kantin yok. Kantin hala yok bu arada. Zaten kantin yok deyince, hani bu Napolyon’un lafı vardır ya ondan sonrasını da anlatmaya gerek yok yani. Kantini kapattılar, bir daha da açılmadı, böyle neyse uzatmayayım.
Tuna Tuğcu:
Aslında şöyle söyleyebilirim, güvenlikle ilgili. Mesela yapı işleri, bunu inşaatı yapan taşeron firmalara ihale ediyor. Normalde bu işler yapı işlerinin kontrolünde olur. Yani o ihaleyle zaten yapı işleri yapar ve tüm güvenlik denetlemesinden falan da yapı işleri sorumludur. Çünkü biz ikimiz mesela Bilgisayar Mühendisliği hocasıyız. Biz ne anlarız bu işlerden? Ama artık yapı işleri o kadar devre dışı kalmış vaziyette ki.. Yaptığımız şey şu, biz de resmi yazıyla bir sonuç elde edemiyoruz, twitter’dan yazıyoruz. Fotoğrafı çekip yayınlıyoruz. Hop diye anında yapılıyor dediğimiz şey. Susuyorum, matkap sesimizi dinleyiverin. Dikkat ettiyseniz, yüksek sesle konuşmaya başladım, kendi kendimi duyamıyorum çünkü matkap sesinden.
Bizim bölümde, her ofiste, sınıfta falan klimamız vardır bizim. Çalışan klima sistemini, ‘Hayır, biz VRF’ye geçeceğiz. VRF daha şey enerji tasarruflu’ diyerek değiştirip VRF’ye geçmek istediler. Doğru bir şey bu. Gerçekten öyledir bu arada. Ancak siz bu türlü geçişi üniversitede zaten klima sistemi falan olmayan yerlerde öncelikle yaparsınız. Bizim çalışan bütün sistemlerimizi söktüler. Bu arada üniversitenin meğer kaloriferlerini de kış gelirken sökmüşler. Yeni kazanlar alınmadan üç ay falan önce. Biz ondan sonra bunu öğrenip ya böyle şey olur mu deyince, işte alınacak falan filan dediler. Biz bu sefer klimalarımızı mesela geç söktürdük. Dedik ki bari klimalara dokunmayın. Bir süre onunla ısınalım. Gerçekten daha fazla enerji harcadık.
Dicle Öztürk:
Yaz saati, kış saati geçişini değiştirdiler ya, onun gibi birşey oldu bu herhalde.
Tuna Tuğcu:
Bütün bu inşaatın parası mesela Çevre Bakanlığı’ndan çıkıyor. Çünkü Çevre Bakanlığı bizim pencerelerin de değişmesini istemiş. Çünkü pencereler çok iyi değil. Yanlardan hava sızdırıyor. Yani gerçekten de yenilenmesi gerekir. Rektörlük üniversitenin bütçesinden para çıkmayacağı halde, neden olduğunu yapı işleri de bilmiyor, ama rektörlük hayır demiş. Şimdi bakın bu işin uzmanı yapı işleri. Hiç değilse yapı işlerine sorun. Rektörlük kendisi hayır demiş ve pencereler ihaleden çıkarılmış. Benim penceremin altından karşı bina görünüyor. Yani pencereyle duvar arasında boşluk var. Bu böyleyken, siz ne enerji tasarrufundan söz ediyorsunuz? Ondan sonra biz bunun twitter’da biraz cazını yaptık. Bu sefer geri adım attılar. Pencerelerin ihaleye eklenmesini istemişler. Bu sefer de bakanlık reddetti.
Dicle Öztürk:
Biraz da işler, araştırmalar, bilimsel üretimle ilgili sormak istiyorum. Bilim üretimi, öğrencilerle iletişim, derslerin verilmesi, mesleki tatmin, bütün bunlar, son 4 senede kayyumdan beri nasıl değişti? Siz kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Bir gelecek görebiliyor musunuz burada?
Tuna Tuğcu:
Altı ay benim kampüslere girişim yasaklandı, görevden uzaklaştırıldım. Mensubu olduğum okula, kampüslere girişim bile yasaklandı. Güvenlikçilere resmim verildi, bu adamı içeriye sokmayın diye. Sonunda atamadılar. İki kez de kamu hizmetinden atmaya çalıştılar. Akademide, Türkiye’de hiçbir yerde çalışamayayım diye. Hatta temizlikçi bile olamayayım diye. Onu beceremediler. Mesela bizim Kandilli’deki araştırma merkezimize el koydular. Benim şuan araştırma laboratuvarıma girmem yasak. Araştırmadan söz diyorsunuz ya siz; araştırma laboratuvarıma Kandilli’de giremiyorum. İçindeki bütün ekipmanımıza falan el konuldu. Mesela oradaki sunucularımızı alacaktık. Rektörlüğün bilgisi dahilinde ve bina amiriyle birlikte gittik. Sistem odasında sunucuları sökmeye başladık. Getireceğiz, Kuzey’de [Boğaziçi Üniversitesi’nin Etiler-Hisarüstü’ndeki Kuzey Kampüsü] Bilgisayar Mühendisliğinde kullanacağız diye. Bu yapılırken, orta yerde karar değiştirdi rektör. Biz orada makineleri sökerken, birden rektörden bina amirine telefon geldi. Adam telefonu kapadı. ‘Hocam, rektör bey aradı. Makineleri bırakmanızı istiyor’, dedi. Makinelerin bir kısmı yerde. Bir tanesini de o anda söküyorum. Sıkışmış vaziyette şasi. Adam diyor ki olduğu gibi bırakın. Dedim ki, ‘Bunu burada bırakırsam, ağırlık ön tarafta olduğu için bu kırılır ve ondan sonra ben seni dava ederim, kamu malına zarar vermekten’ diye. Adam baktı olacak gibi değil. ‘Tamam hocam, tam olarak sökün, ondan sonra yere bırakın ve çıkın’ dedi. Makine zarar görmesin diye, alamayacağım makineyi ben yine söktüm. Bütün bilgisayarları yerde bıraktık ve binadan elimiz boş çıktık. Araştırmadaki durumumuz budur. Ben tamamen teorik çalışıyorum.
Cem Say:
Teori için ideal ortam bizde. Yani Dicle’nin sorusu için aslında, rasyonel bir insan, yurt içi ya da yurt dışından, başka bir üniversiteden ya da işte akademik bir kariyer düşünen bir insanın bu çıplak verileri görüp Boğaziçi Üniversitesi’ne gelmek istemesi mümkün değil. Boğaziçi Üniversitesi’nde, hele de yükselme basamaklarında olan bir gencin de bu şekilde burada kalmak istemesi mümkün değil. İşte ben de ana bilim dalı başkanı olduğum için, bu görevim olduğu için bir şeyler yapıyorum. Çünkü bu davaları başka kim açacak gibi bir durum var. Sağ olsunlar o kadar da dava açacak pas veriyorlar ki, o geçen gün bir mahkeme kararı aldık diyor yani, buna dava açmak zaten ana bilim dalı başkanı olarak bu adamın görevi diyor. Mahkeme yazmış bunu. O bakımdan, o kafayla ancak devam etmek mümkün. Yani sağlıklı normal bir kafa burada devam etmez. O koşulları sağladılar, gelenleri de o gözle değerlendirmekte yarar görüyorum.
İlhami Türkdoğan:
Peki, uluslararası düzeyde destek ya da Türkiye’deki üniversiteler arasında farklı bir biçimde destek, dayanışma etkinlikleri söz konusu mu? Var mı böyle en azından az da olsa?
Cem Say:
Türkiye’deki üniversitelerin ne halde olduğunu biliyoruz. Ben hep şey diyorum; bir ülkeyi sel basıyor ne olur? İşte ovalar filan önce gider. Sonra işte en yüksek dağlara kadar gelir. Boğaziçi’nde öyle bir durum oldu. Yani öteki üniversitelerden resmi şekilde ses çıkmaması çok normal. Çünkü onların başına bu olay çok önceden gelmiş zaten. Başka üniversitelerdeki işte bireysel hocalardan, bir de Türkiye’de bildiğim kadarıyla şu anda tek doğru düzgün bağımsız olması gerektiği gibi bilimsel kurum olan Bilim Akademisi’nden, bu işin doğrusu Boğaziçi’nde neyin yanlış neyin doğru olduğuna ilişkin çok güzel, doğru açıklamalar geliyor. Demin bahsettiğimiz Avrupa Üniversiteler Birliği’nden gelmişti. O yüzden çıktık zaten. Özellikle sosyal bilimlerle ilgili çünkü yani sosyal bilimciler bu işi daha iyi anlıyor doğal olarak. Bir sosyal bilim problemi aslında Boğaziçi’nde yaşanan. Yurt dışındaki, Amerika’daki örgütler öteden beri Boğaziçi’ni takip ediyorlar ve bu konuyla ilgili akademik örgütlerden açıklamalar geliyor. Tabii şimdi onların kendi dertleri başlarından aşkın.
Dicle Öztürk:
Ama herhalde bu destekler yönetimi caydıracak kadar değil. Yönetim pek ciddiye almıyor herhalde böyle şeyleri?
Tuna Tuğcu:
Tek tük akademisyen bazılarından destek görüyoruz ama şunu söylemek lazım. Aslında biz desteği bırakın, çok ciddi köstek de gördük akademiden. Bunu unutmayalım. Bu nahoş bir söz ama bunu ortaya koymak lazım. Bizim direnişimize baştan beri karşı çıkan, ‘Boğaziçi’nin ne özelliği vardı? İşte bize de vaktinde oldu bunlar, niye bize destek olunmadı? Boğaziçi’nin ne özelliği var?’ diye, bizim direnişimizi yok etmeye çalışan çok sayıda akademisyen oldu. Bunu bilmek lazım. Ama en önemli sorun tabii ki Türkiye’de korkmak, korku kültürü akademinin içine de çok yerleşmiş vaziyette. Yani büyük çoğunluk aslında Boğaziçi’nde olanları destekliyor olsa da gıkını çıkaramıyor. Bu bir gerçek. Boğaziçi her zamanda aslında birçok şeyde de açıklama yapmıştır.
Dicle Öztürk:
Şimdi mesleki konuları konuşmaya geçebiliriz isterseniz. Okulun durumu anlattığınız gibi ama bütün dünyada da bir taraftan baskı var. Amerika’da, Avrupa’da yaşananları görüyorsunuzdur. Filistin’e destek verdiği için öğretim üyelerinin sözleşmeleri iptal ediliyor, fonlar kesiliyor ya da para kazandırmadığı gerekçesiyle bölümler kapatılıyor. Bunun gibi birçok şey var. Bir taraftan yapay zekanın gelişiyle eğitimin dönüşümü var. Online sistemler epeyce gelişti. Online diploma programları da var. Yani üniversite dediğimiz şey de biraz kampüsün dışına taşabiliyor, yaygınlaşıyor. Bir diğer parametre, tabii ki eğitimin değersizleşmesi. Yani influencer olarak ya da ticaret yaparak çok rahat güzel güzel paralar kazanabilecekken, bu çilekeş hayatı tercih etmek de çok çağımıza uygun değil gibi görünüyor. Bütün bunları düşündüğünüz zaman, bölümde öğrencilerle işler nasıl gidiyor? Artık öğrenciler programlama bilerek mi geliyorlar? Geleceğe dair tasarımları neler? Neler gözlemliyorsunuz siz?
Tuna Tuğcu:
Liseden gelen öğrenciler programlama biliyor mu? Bir nebze biliyor. Bizim üniversite giriş sınavı sistemimiz nasıl? Alakası yok. Baktığınızda bu kısıtlı bir etkidir. Orası çok fazla etkilemiyor. Ama en önemlisi şu, aslında sistemsel sorunlara bütünleşik bakmanız gerekir. Mesela çok büyük bir masa düşünün. Büyük ve ağır bir masa düşünün. Şimdi bu masayı taşımaya uğraşıyorsunuz. Siz masayı şimdi bu ucundan tutup kaldırıyorsunuz. Diğer üç ayak yere bastığı için masayı çekemiyorsunuz. Bunu bırakıp öteki ayağına gidiyorsunuz. Aynı problem. Masanın dört ayağını dolanıyorsunuz ve masa yerinden kıpırdamamış oluyor ama siz yorgunluktan bitmiş oluyorsunuz. Şimdi sizin çok boyutlu bir problemin bütün boyutlarını birlikte ele almanız gerekir. Türkiye çok uzun yıllardır, onlarca yıldır ama özellikle de bizi daha çok ilgilendiren, bizim yaşam sürecimizin içindeki en önemli kısmı tabii ki profesyonel yaşamımız aslında hemen hemen hepimizin büyük bir kısmı AKP ile geçti. Öncesindeki zaten o zamanlarda eski dönemlerde zaten beklentilerimiz yoktu. Baktığınızda yapılan hata budur genellikle. Parayı bastıralım. ‘Guided research’ denir ya, araştırmayı yönlendirelim, eğitimi yönlendirelim. Ne lazımmış, hemen çocuklara projektör alalım, bilgisayar alalım. Bu değil. Sizin bu sorunun bir çok yönünü birden el almanız gerekiyor. Üniversite dediğiniz şey aslında hocası, öğrencisi olmadan olmaz. Hocalar ve öğrenciler insan. Yani dolayısıyla sizin hocanın lojmanını, çocuğunun gideceği okulu da düşünmemiz gerekiyor. İyi eğitimli olan hocaların bilin bakalım neyi oluyor? Eşleri de iyi eğitimli oluyor. Çocuklarının da iyi eğitim almasını istiyor. Bir hocayı getirdiğiniz zaman, eşinin nerede çalışacağını, nasıl bir evde yaşayacağını hesaplamanız gerekiyor. ‘Bu kişiler mesai bittiği zaman o şehirde ne yapabilir, çocukları iyi bir okula gidebilir mi, bunun mali yükünü bu hocalar karşılayabilir mi?’ gibi soruları düşünmeniz gerekiyor. Bu, işin hoca boyutu. Öğrenci boyutunda ise, öğrenci üniversiteye 18 yaşında, yetişkin olarak geliyor. Sizin bu öğrenciyi lisede, ortaokulda nasıl eğittiğiniz önemli. Üniversiteyi kurtaramazsınız. Sizin eğitimi kurtarmanız lazım. Yani bunu anaokulundan üniversitenin bitişine kadar diye yekpare bir konu, yekpare bir problem olarak ele almanız lazım. Bu noktada konu öğretmenlerinize geliyor. Ben öğretmen çocuğuyum. Annem, babam, kayınvalidem, kayınpederim, rahmetli dayım, üç teyzemin üçü de, yani bütün sülalem benim öğretmendir. Onların, annemlerin babamların döneminde öğretmen olmak, özellikle Erzincan gibi bir Anadolu şehrinde bir kurtuluş yoluydu. Bugün hiçbir yeri kazanamayan, öğretmen olur. Zaten öğretmen olan da atanamaz, polis olur. Bugün ülkemizin gerçeği bu. Şimdi eğitimden mi söz ediyoruz? Bu 30-40 yıllık yatırımdır. Biz bu ülkede Pazartesi günü doların ne olacağını bilmiyoruz. Böyle bir ülkede yatırım, planlama gibi bir şey olmuyor. Şimdi bu işin daha geniş vadeli çözümü.
Kısa vadede bakacaksanız şimdi söz ettiğiniz problemler var, daha ötesi de var. Pandemi olduğu dönemde ben bölüm başkanıydım. Pandeminin herkese muazzam etkileri oldu ama eğitime çok büyük etkisi oldu. Ama şöyle de bir etkisi oldu, özellikle bizim alanımız bilgisayar alanında. Şirketler de şunu gördüler: Aa uzaktan çalışma da olabiliyormuş. Eskiden yani patrona ‘Ben bir iki gün haftada evden çalışsam?’ diye teklif eden adam işten atılırdı. Birden iş tersine döndü. Bu böyle daha iyiymiş. Böyle olunca ben daha küçük bir ofise geçebildim. Adamlar için yemekti, çaydı, şuydu buydu, metrekareydi, masaydı, bilgisayardı hiçbir şey sağlamama gerek yok. Hepsini kendisi hallediyor. Buna döndü ve bu birçok alanı vurdu ama bizi daha fazla vurdu çünkü bizim işimiz buna çok daha yatkın. Amerika’daki şirket Türkiye’den beslenir oldu. Yani Amerika’daki adam için, Amerika’daki şirket için mühendis çalıştırmak çok masraflı bir işken, onun yerine Hindistan’dan, Türkiye’den falan adamları çalıştırıyorsun. Yani normalde bir çalışanın, bir mühendisin maliyeti Amerika’daki bir şirkete altı, yedi, sekiz bin dolarlara mal olurken 2000-2500 dolara siz burada bir insanı çalıştırıyorsunuz. Üstelik de Amerikalı mühendisten de çok daha yoğun çalışıyor. Uzaktan işinizi hallediyorsunuz. Bu nedenle şu oldu, bizim ikinci, üçüncü sınıf öğrencilerimiz, -özellikle Boğaziçi, ODTÜ gibi yerler daha fazla etkileniyorlar- Amerika’daki şirketlere çalışıyor, Avrupa’daki şirketi çalışıyor. Yani daha lisanstaki öğrenci.
Dicle Öztürk:
Çalışma hayatına geçiyorlar hemen, değil mi?
Tuna Tuğcu:
Evet ama bu şuna dönüyor. Bizim Ufuk Çağlayan’ın [bölümün emekli hocalarından] meşhur bir sözü vardı. ‘Gündüz mühendis, gece hırt’ diye. Bu adamlar geceleri çalışıyorlar ve ‘Ben niye okuyorum?’ diyor. Ben niye Bilgisayar Mühendisliğine girdim, Boğaziçi Bilgisayara girdim? İyi bir iş almak için. Şu an baktığınızda iki bin, iki bin beş yüz, üç bin dolarlar o yaştaki bir insan için iyi maaş. Kısa vadeli düşündükleri için gençler, bu sefer okulu bırakıyor. Bizim şu anda, üçüncü sınıf öğrencilerimizin ciddi bir kısmı okula uğramıyor. Derslere gelmiyor demiyorum, okula hiç uğramıyor. Ve adamın umrunda değil bizim verdiğimiz diploma. Üniversitelerin verdiği diplomalar şu anda ciddi değer kaybetti. Çünkü öğrenci okula uğramıyor. Ben zaten çalışıyorum diyor. Şunu göremiyor: Nasıl bugün yapay zeka bir devrim yaratıyor gibi görünüyorsa, beş yıl sonrasına aslında iyi bir altyapı oluşturamamış gençler çağdışı kalacaklar. Daha üçüncü sınıf dersini, dördüncü sınıf dersini görmemiş. Ama şirketin bugünlük işini görebiliyor ucuza. İki gün sonra şirket bu işlerini ondan daha ucuza yaptırabileceği birisi ya da işte yapay zeka artık tamamen onları replace eder duruma geldiğinde, yapay zekaya ayda yirmi dolar ödeyerek bu işi yaptırabildiği noktada, bu çocuklar açıkta kalacaklar. Ve biz çok kısa süre sonra, birkaç yıl sonra Türkiye’de derece yapmış ve iş bulamayan öğrencilerle, -daha doğrusu öğrenci bile değiller artık- lise mezunlarıyla, üniversite sınavında derece yapmış ama üniversiteyi bitirmediği için lise mezunu olarak kalmış ve bugün işsiz kalmış otuz yaş bölgesindeki insanlarla karşı karşıya geleceğiz. Ha bu arada, şu anda Türkiye’de ciddi bir işsizlik yaşanıyor ve ben ilk kez bizim kendi mezunlarımızdan ‘İş bulamıyorum’ lafını duymaya başladım. Türkiye’de garip bir durum var. Hem işverenler şikayetçi, hem de mühendisler şikayetçi ve yapay zekanın sayesinde de… Eskiden beri şu vardı, ‘Türkiye’de matematik mezunu iş bulamaz, bilgisayarcı olur, yazılımcı olur’. Herkes yazılımcı olurdu. Şimdi de yapay zekanın sayesinde, bu daha da artmış vaziyette. Allah sonumuzu hayretsin diyeyim ama sektör olarak, alan olarak, bilgisayar mühendisleri olarak da ben eğer aklımızı başımıza toplamazsak ciddi problemler görüyorum ve bunun suçunu kimse yapay zekaya atmasın. Yanlış yerde arıyoruz biz. Yani sorunu yanlış tespit ediyoruz ve çözümü de o yüzden bence doğru koyamıyoruz. Bizim başka problemlerimiz var.
Dicle Öztürk:
Cem hocam, siz neler eklemek istersiniz?
Cem Say:
Bu yapay zeka gerçekten çok acayip şekilde denklemi değiştirecek bir şey. Artık bunu herkes fark etmiş durumda. Değişecek denklemin içinde o üniversite denen kurumun bazı tarafları olabilir işte eğitimin değerine ilişkin biçilen ekonomik hesabın yeniden hesaplanması gerekebilir. ‘Vibe coding’ denen şey var ya, hani sen bilgisayara lafla söylüyorsun programı yazıyorsun filan. Bilgisayarla bir saat Türkçe konuşarak sonunda ortaya bir program çıkarmış oluyorsun ve çalışıyor, ekranda bir şeyler oluyor. Onun gibi her işin vibe’lısı bu gidişle çıkabilir yani. Bilgisayar programlamayı bile lafla yaptırabildiğine göre, zaten sözel olan bir sürü işi rahat rahat yaptırabilirsin. Yani tam böyle bir devrim anına bence güçlü üniversitelerle yakalanmış, bu işleri bilen insanların sözünün dinlenildiği bir noktada girsek iyi olurdu. Tam tersi bir noktada giriyoruz. Genel olarak üniversite işi ya da hem bizim meslek hem de üniversitenin bekası, geleceği açısından söylemek gerekirse de, bu devrimin müsebbibi bizim meslek olduğu için, bizim mesleğin ortadan kalkması değil de eskiden para eden bir takım kısımlarının demin dediğim gibi artık bir anda değerinin zınk diye düşmesi söz konusu olabilir. Yani bizim bir seviye üste, daha da bir seviye üste çekilip, o seviyelerde düşünmemiz gerekir. O yüzden bizim müfredatımızın asla son hale gelememesi gibi bir sorun var. Sürekli değişmesi gerekiyor.
Üniversite ise, demin çok doğru söylendi, üniversite ise bin yıllık bir kurum. Bütün bu değişiklikler olmuş zaten. İşte sanayi devrimi olmuş, olmuş zaten. Hepsinde üniversite devam etmiş. Tabii ki bunda da devam edecek. Hani belki ‘Herkesin illa ki üniversite diploması olması lazım çünkü o zaman üç bin lira daha fazla maaş alacak’ mantığı değişeceğinden belki daha az insan gelecek. Belki üniversitenin popülasyonu azalacak. Ama üniversite denen şeyin, bin yıllara dayanan ve gerçekten uzun oyunu oynayan devletlerin mantığını anlayabileceği, öyle küçük hesaplar yapanların da mantığını anlayamayacağı büyük bir avantajı, büyük bir rolü var. Keşke onları anlayan bir noktada olsaydık, demin de dediğim gibi.
Dicle Öztürk:
Haklısınız. Bir taraftan da, tekeller araştırma işlerini ellerine almış durumda. Siz bir şey yapana kadar, onlar zaten o büyük olanaklarıyla yapıyor ya da yapmış oluyor. Hakikaten çok da yabancılaştırıcı, böyle tuhaf da bir durum var.
Tuna Tuğcu:
Başka bir yanılgıya daha düşüyoruz. Düştüğümüz yanılgıların haddi hesabı yok da. Üniversite sadece mühendis yetiştirilen, sosyal bilimci yetiştirilen falan meslek erbabı yetiştirilen yer değildir. Üniversite genel olarak bilimin ne olduğunu anladığınız yerdir. Ve yaş grubu olarak da tam işte 18 yaşında falan yaklaşık olarak gelirsiniz üniversiteye. Kişiliğinizin gerçekten şekillendiği yerdir. Yani üniversite, biraz eski tabirle ‘Mürekkep yalamış olmak’ denirdi ya, aslında sizin bilim mürekkebini yaladığınız yerdir. Bilgisayar Mühendisliğine girersiniz, diğer alanlardan insanlarla da karşılaşır, kendinizi kişi olarak geliştirirsiniz. Naci İnci sayesinde mesela biz hukukçu da olduk. Gerçekten işin şakası ve inşallah hiçbir üniversitenin başına böyle bir insan gelmez diyelim ama şu anda 207 üniversitenin 207 sinde de var, vakıflar dahil. Ancak gerçekten de siz Bilgisayar Mühendisliğine girersiniz ama yurttaki oda arkadaşınız, karşılaştığınız insan, herhangi bir protestoda yan yana düştüğünüz insanla, kız arkadaşınızın oda arkadaşıyla falan, bunlarla karşılaşa karşılaşa sosyoloji de öğrenirsiniz, hukuk da öğrenirsiniz, biyoloji de öğrenirsiniz. Başka alanlardan birazcık bir kulak dolgunluğunuz olur. Uygar olmayı öğrenirsiniz. İnsanları dinlemeyi, farklı görüşte olanları dinlemeyi, anlamayı ve onlara bir şey anlatabilmeyi öğrenirsiniz. Hani biz hep şey deriz aslında, üniversitede eğitim yapılmaz, öğretim olur deriz. Biz eğitim yapmayız ama insanlar eğitilir. Üniversitedeki kantinci eğitilir. Üniversitelerin kantincilerine bakın, ulu orta yerde göreceğiniz insanlardan daha eğitimlidir. Sadece buranın havasını solumak bile insana çok büyük katkı sağlar. O yüzden, evet, online teknolojilerin gelişmesiyle falan uzaktan eğitim yapıyorsun. Üniversitenin bütün bu gelişmeleri görüp kendisini reforme etmesi gerekir ki reforme edilmesi gereken çok alanları daha var. Yayınlar, atıflar bunların etkilerine hiç girmedik bile. Ancak bunun dışında, üniversiteye 4 yıl, 5 yıl sırf buraya insanları git gel yaptırmak bile çok önemli bir şeydir. Ama bu noktada şunu da unutmamak lazım. Türkiye’de gerçekten eğitimli olmanın nasıl suç haline getirildiği, ‘Profesörse ne olmuş, iki koyun versen güdemez’ lafının dönemin başbakanı, bugünün cumhurbaşkanı tarafından ifade edilmiş olduğunu ve bugün yürütülen kafanın o olduğunu, her gün Cem Say’a, bana falan küfrededildiği yani doktor olmakla itham edildiğimiz bir dünyayı yaşıyoruz.
Dicle Öztürk:
Evet. Ne yazık ki böyle. Ama yine de herhalde iç açıcı şeyler de var. Öğrenciler hala okula gelmeye devam ediyor. Dersler devam ediyor. Bir şekilde inşaat gürültüsüyle de olsa.. Son sorumu sorayım sizlere. Bütün bu değişimi düşündüğünüz zaman, kayyum öncesi ve kayyum sonrası, eskiden olan bugün olmayan şeyleri, farkı düşündüğünüzde, kampüs yaşamı olabilir, derslerle ilgili veya araştırmalarınızla ilgili olabilir, öncesi ve sonrasının dönüşümüne dair aklınıza ilk ne geliyor? Eskiden böyle, şu anda böyle dediğiniz, güvence hissi mi ya da duvarlarda artık daha az afiş görmek mi? Ne söylemek istersiniz?
Cem Say:
Ben herhalde şey derim, yani aslında bu çok acıklı bir soru Dicle, yani bize bunu sorduğunda biz oturup ağlamaya başlayabiliriz. Yıkılan, çalınan, yok edilen şey o kadar değerli ki. Türkiye’nin Boğaziçi’ne benzemesini umarken, Boğaziçi’nin Türkiye’nin hem de en benzenilmeyecek taraflarına benziyor olması, aslında eğer demin dediğimiz tipten tuhaf bir zihin yapısına sahip insanlar olmasak bizim direkt depresyona girip bütün gün ağlamamızı gerektirecek büyük bir kayıp. Bir yandan da büyük bir öfke ve motivasyon kaynağı işte.
Tuna Tuğcu:
Ben şunu söyleyebilirim. Eski rektör danışmanıyım, rektörlük kurul toplantıları olurdu bizim. Gülay Barbarosoğlu dönemiydi. Belli bir karar alınması gerektiği noktada, biz rektör olarak sizin görüşünüz nedir gibi şeyleri sorduğumuzda Gülay’a; ‘Arkadaşlar bu kararı burada konuşacağız, hep birlikte bir karar alacağız, rektör olarak bunu icra etmek de benim görevimdir ama birlikte konuşacağız, birlikte karar alacağız, ben bunu icra edeceğim’ derdi. Benzer şeyi ben Fakülte Kurulu, Fakülte Yönetim Kurulunda çalıştığım zaman, o zamanlar dekanımız Levent Akın’dı, hoca olarak da Bilgisayar Mühendisliğinde çalıştığım dönemde, bölüm başkanlarımızdan, çeşitli bölüm başkanlarımızdan, kendim bölüm başkanlığı yaptığımda da gördüm. Defalarca da bölüm başkanı olarak gündeme koyduğum ve kendim ‘x’ yönünü gösterdiğim toplantıda bölümden ‘eksi x’ kararı çıktı ve ben de ‘eksi x’ kararını uyguladım. Kendim hocayken de, bölüm başkanımızdan, dekanımızdan, rektörümüzden ben de bunu gördüm ve şu andaki sorun şurada, sorulmuyor bile ve siz söylerseniz de dinlenilmiyor bile. Artık insanlar söylemeyi de bıraktılar. Mesela bölüm toplantılarına öğrenci temsilcisi de katılırdı, ÖTK -Öğrenci Temsilcileri Konseyi- başkanı da katılırdı. Oy hakkı yoktu ama dinlerdik. Ben öğrenciyken, lisansüstü öğrencilerinin, yani master, doktora öğrencilerinin de temsilcisi olması kararı çıkmıştı ki yönetmelikte böyle bir şey yoktu. Ne diyorlar bir dinleyelim, tamam, yine sonunda kararı biz vereceğiz ama bir anlamak lazım, diyerek. Aldığınız her kararın sizin düşünemediğiniz bir ters etkisi oluyor ya da siz bir karar aldığınızda bundan etkilenen çevrelere de anlatabilmek gerekiyor, neden o kararın alındığını. Ve bunun için kişileri o toplantıya, o karar alma mekanizmasının içine dahil ettiğinizde, insanlar bunun nedenini anlıyor ve daha da önemlisi, aslında daha doğru bir karar alıyorsunuz.
İlhami Türkdoğan:
Bilgisayar Mühendisleri Odasına (BMO) da değinelim, bu söylediklerinizle de birleştirerek. Mühendis odaları da aslında şu anda pek çok açıdan sorunlarla iç içe. Üyelerle ilişkiler de iyice kopma noktasına gelmiş durumda. 60’ların, 70’lerin o dinamikliği de büyük ölçüde yok. Bunların hepsi eğitimle, iş yaşamıyla, ülkedeki değişimle, dünyadaki değişimle ilgili. Bu açıdan bakınca, öncelikle BMO için siz ne dersiniz? Düşünceleriniz, önerileriniz nedir? BMO’dan beklentileriniz var mıdır?
Cem Say:
Boğaziçi özelinde bize BMO’nun verdiği destek için teşekkür ederiz. Yani hiç sektirmediniz, sağ olun. En son, bu neden alınıp neden bırakıldığı anlaşılamayan hazırlık öğrencimiz de dahil olmak üzere, sağ olun. Genel olarak meslek kuruluşlarının, -yani bu olayda benim şahsen öğrendiğim şey-, kuruluşların, örgütlerin iyi bir şey olduğu. Özel olarak, BMO’nun, tabii demin de dedik ya, başka hiçbir meslekte belki olmayan bir şekilde, acayip bir devrim anından geçiyoruz. Hem bunun müsebbibi biziz, hem kendimize, bizim elemanlarımıza da etki edecek. Daha bundan haberi olmayan ya da bu konuda kendini yetersiz hisseden arkadaşlara bu konuyu yaymak çünkü bizim meslek öyle ya, diplomayı alıyorsun ve ertesi yıl bildiklerinin çoğu geçersiz hale geliyor ya da işe yaramaz hale geliyor. BMO’nun o çarkı döndürmek için bir çaba göstermesi, sürekli olarak bunu yayıyor olması gerekir herhalde. Demin de dedik ya hani, saçma bir şekilde bilgisayar mühendislerinin işsiz kalmaya başladığı bir durumla karşılaşmamamız lazım. Onun için ‘Level up’ yapmaları lazım, herkes gibi onların da ‘Level up’ yapmaları lazım. ‘Level up’ programı başlatmanızı öneriyorum.
Tuna Tuğcu:
Bilgisayar Mühendisliği eğitimine yönelik olarak, önemini iyi vurgulamaya ve bu az önce söz ettiğim iş bulunca eğitimi bırakmanın kişiler için, 5 ila 8 yıl içinde geri dönülmez, ölümcül sonuçları olacağını bir şekilde insanlara anlatmakta fayda var. Bu şöyle oluyor, okula gelmeyen öğrenciyle temasımız kalmıyor bizim. Ben bunu sürekli öğrencilerle konuşuyorum ama gelenlere söylemiş oluyorum. Asıl kaybetmiş olduklarımıza söyleyemiyoruz. O yüzden ben mümkün olduğunca ta 1. sınıftan filan işlemeye çalışıyorum. Ama bunu sadece bizim değil, Mühendis Odası olarak sizin, ‘Bakın arkadaşlar, bir süre sonra bizimle aynı sektörde olacaksınız ve siz bu sorunu yaşayacaksınız’, hatta bir de belki şunu bile söylemek lazım; ‘Siz bu eğitimi tamamlamazsanız, bizim üyemiz bile olamayacaksınız çünkü siz eğitiminizi tamamlamazsanız siz bir bilgisayar mühendisi değil lise mezunusunuz’ demek lazım. O çok çarpıcı oluyor. Yeni bir işe girerken, sektör değiştirirken, bir şey yaparken, her zaman üniversite diplomasının bir değeri vardır, en kötüsünün bile.
İlhami Türkdoğan:
Meslek örgütü BMO olarak, Boğaziçi Üniversitesi gibi birkaç üniversiteyle birlikte acaba farklı bir şey üzerinde düşünebilir miyiz, bir süreç başlatabilir miyiz? Örneğin bir panel fikri çıkmıştı. Sizin Boğaziçi Üniversitesi’nin var böyle halka yönelik etkinlikleri, yani Boğaziçi Üniversitesi dediğim mücadele edenlerin. YouTube’da da yayınlanıyor ama çok özgün bir model belki oluşturabiliriz. Kampüste yüz yüze iletişim sağlayacak, mezunlar, öğrenciler ve özellikle sizin söylediğiniz gibi yapay zekayı nasıl daha da iyi kullanabiliriz konusunu düşünebiliriz.
Zeliha İlke Selvi:
Öncelikle çok teşekkür ediyorum. Ben de bir köy enstitüsü öğretmeninin kızı olarak eğitimle ilgili olan görüşlere tamamen katılıyorum. Anaokulundan bir bütün olarak eğitimin çok kalıcı ve üretici bir şekilde oluşması gerektiğine inanıyorum. İlhami’nin de dediği gibi BMO’nun ne katkısı olabilir derken, bir de Boğaziçi’nin oluşturduğu kamuyu da bilgilendirmek, o dayanışmayı güçlendirmek amaçlı Direnen Akademi vardı. Halen de devam ediyor. Ben katıldım çoğuna ama hepsine katılma şansım maalesef olamadı. Belki buradan da yola çıkılabilir. Onun katkıları neler oldu, faydası ne boyutta oldu, kamuya değebildi mi, beklenen amaç ulaştı mı? İlhami’nin dediğini gerçekleştirirsek, o da bir deneyim aslında Direnen Akademi. Ona bir ışık olabilir mi, bir yol gösterici olabilir mi bizim için diyeyim ve de teşekkür ederim.
Tuna Tuğcu:
Belki Bilgisayar Mühendisleri Odası’nın şöyle de bir yardımı olabilir, ‘Direnen Akademi’ denince aklıma geldi. Bu türlü faaliyetlerde genellikle, bunun yaygınlaştırılması açısından, o gruplar teknik yetersizlikler yaşayabiliyorlar Örneğin bunların düzenli video kaydının olması, o videoların edit edilmesi gibi teknik işler de var. Belki Bilgisayar Mühendisleri Odası bu gibi şeylerde yardımcı olabilir, bu hem bu gruplara çok büyük fayda sağlar, hem de bu türden organizasyonların artmasını sağlar. ‘Direnen Akademi’nin de amacı biraz oydu ama yelpazesi aşırı genç onun. Mesela daha bilgisayar odaklı olarak, insanları bilgilendirmek yani insanlar derken kamuyu, genel halkı bilgilendirmek amaçlı şeyler düzenlenebilir. Halkın anlayacağı şekilde siber güvenlik anlatılabilir; gençlerin mesela birazcık ‘Programlama nedir?’i anlamaları sağlanabilir. Siz eğer bir yazılımcı olmak gibi yola gitmek istiyorsanız genel olarak bilgisayar sistemleri nasıl çalışır, geliştirmekte olduğunuz bir uygulama nasıl ‘deploy edilir’, geliştirdiğiniz bir uygulamanın ‘scale etmesi’ için bunun Amazon veya başka servislerde nasıl bu türlü bir şeyler yapılabilir veya bu türlü bir işe girmek istiyorum, bundan para kazanmak istiyorum ama bunu nasıl yapabilirim yani Google markete nasıl girebilirim veya böyle bir şeyin muhasebesi, biz iki arkadaş bir araya geldik, aklımızda güzel bir fikir var ama yani ticarileşmek nedir, en ufak bir fikrimiz yok gibi konulara dönük eğitimler olabilir. Bu tür şeyler hep bilgisayar mühendislerinin genelini ilgilendiren küçük ama aslında çok değerli eğitimler ve bunları illa verecek olanlar hocalar olarak düşünmeyin. Sektörden tecrübeli insanlar da olabilir. İnsanlar aslında bu türlü bilgileri aktarmayı da istiyorlar. Bunun olabilmesi için katalizör görevini Bilgisayar Mühendisleri Odası üstlenebilir ve bu sektörün sağlıklı bir şekilde büyümesini de sağlar. Bilgisayar Mühendisleri Odası’nın vizibilitesini de bence artırır.