Son dönemde, Çevik yaklaşımların etkisini yitirdiğine dair tartışmalar artıyor. “Çevikliğin sonuna mı geldik?” sorusu, hem teknoloji dünyasında hem de iş dünyasında yankı uyandırıyor. Peki, gerçekten böyle durum var mı? Yoksa yanlış bir çerçeveden mi bakılıyor?
Çevikliğin özü, müşteri odaklılık, hızlı uyum ve birlikte çalışma (iş birliği) prensiplerine dayanır. Çevik Manifesto’nun dört temel değeri ve on iki ilkesi, bugünün hızlı değişen iş dünyasında hâlâ geçerliliğini koruyor. Ancak, Çevik uygulamaları bazen yanlış anlaşılıyor ve yalnızca bir dizi aracın veya etkinliğin (toplantının) uygulanması olarak algılanıyor. Bu da Çevikliğin ruhunu kaybetmesine yol açtı diyebiliriz. Örneğin, “Daily Scrum toplantısı yapıyoruz, demek ki çeviğiz” gibi yüzeysel yaklaşımlar, esas itibarıyla adaptasyon ve sürekli iyileşme kültürünü göz ardı ediyor. Özellikle pandemi dönemiyle birlikte çok daha sık karşılaştığımız bir durum olduğunu söyleyebiliriz.
Çevikliğin yaşadığı en büyük zorluklardan biri, onun bir kültürel dönüşümden ziyade bir süreç veya araç olarak görülmesidir. Oysa Çeviklik, bireylerin etkileşimini, müşteriyle iş birliğini ve değişime hızlı tepki vermeyi merkeze koyuyor. Bu yaklaşımı benimsemek, organizasyonların tüm seviyelerinde zihinsel bir değişim gerektirir. Ancak birçok şirket, bu değişimi gerçekleştirmeden yalnızca belirli ritüelleri veya çerçeveleri uygulayarak Çevik olduklarını düşünür. Hatta bunları kültür değişimi için yapıldığının farkında bile değildir. Bu durum, çevikliğin temel değerlerinden uzaklaşılmasına neden olur.
Bence Çevikliğin etkisini yitirmesi bir yana, bu bakış açısına çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönem yaşıyoruz. Ancak, onu canlı tutmak için, şirketlerin ve takımların, Çevikliği sadece bir proje yönetim yaklaşımı olarak görmekten vazgeçip, temel değerlerine geri dönmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bu dönüşüm, çalışanlara daha fazla güven duyulması, takımların yetkilendirildiği bir ortamın yaratılması ve müşterilerle sürekli iletişimin sağlanmasıyla mümkün olacaktır. Ayrıca, yinelemeli (iteratif) iş yapış yaklaşımıyla küçük adımlarla ilerlemek, çevikliğin gerçek potansiyelini ortaya çıkaracaktır.
Özellikle hızlı değişim ve belirsizlikle boğuşan günümüz iş dünyasında, çevikliğin temel prensiplerinin hiç olmadığı kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin, finans sektöründe müşterilerin ihtiyaçları hızla değişirken, çevik uygulamaları sayesinde yeni ürünlerin hızlıca test edilip hayata geçirilmesi mümkün oluyor. Ancak bu uygulamaların başarılı olması, yalnızca süreçlere değil, aynı zamanda insan odaklı bir yaklaşıma da bağlı. Çalışanların geri bildirimleri dikkate alınmalı, müşterilerle güçlü bağlar kurulmalı ve sürekli öğrenme teşvik edilirse çevikliğin faydasını çok daha net göreceğimizi düşünüyorum.
Unutulmamalı ki, Çeviklik bir araç seti, toplantılar, kalitesiz ürünler demek değil, bir zihniyet dönüşümüdür. Bu dönüşümü başarmak, yalnızca teknik süreçleri değil, organizasyon kültürünü de yeniden ele almayı gerektirir. Çevikliği hayatta tutmanın yolunun, ilkelerini benimsemek ve ona uygun hareket etmekten geçmektedir. Çevikliği gerçekten yaşatan organizasyonlar, değişime uyum sağlayabilen, müşteri ihtiyaçlarına hızla yanıt verebilen ve öğrenmeyi ön planda tutan yapılardır. Çeviklik ölmedi; biz onu nasıl uyguladığımıza bağlı olarak yaşıyor veya güç kaybediyor. Eğer değerler unutulmaz ve içselleştirilirse, Çeviklik çok daha uzun yıllar etkisini korumaya devam edecektir.