TMMOB BMO Kurucu Başkanı Prof. Dr. Funda Başaran 686 nolu KHK ile ihraç edildi
Başaran: Üniversiteyi yeniden inşa etmek üzere döneceğiz
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde görev yapmakta olan BMO Kurucu Başkanı ve Onur Kurulu Üyesi Prof. Dr. Funda Başaran, 7 Şubat 2017 tarihinde yayınlanan 686 nolu KHK ile görevinden ihraç edildi. Başaran ile ihracına uzanan yolu, planlarını ve üniversiteyi konuştuk.
Uğur Kocager: İhraç edildiğiniz KHK’ye baktığımızda ortak paydanın Barış İmzacıları diye bilinen Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisi imzacıları olduğunu görüyoruz. İsterseniz buradan başlayalım. Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisi nasıl ortaya çıkmıştır? Nedir?
Funda Başaran: Açık söylemek gerekirse ben bildirinin nasıl ortaya çıktığını bilmiyorum. Zaten şunu da söylemek gerekiyor: Dönem kötü bir dönemdi. Çünkü 7 Haziran’dan başlayarak Türkiye’de giderek yükselen bir savaş ortamı vardı. Arada Suruç’taki büyük patlamayı yaşadık. Daha sonrasında 1 Kasım öncesinde 10 Ekim’de Ankara’da patlama yaşandı. Onun ardından da özellikle Doğu’dan, Güneydoğu’dan, Cizre’den, Sur’dan çok kötü haberler geliyordu. Bu haberleri duyuyorduk, görüyorduk ve hiçbir şey yapamıyorduk. Nasıl haberlerdi bunlar? Yaz aylarından başlayarak fiili olarak sokağa çıkma yasağı uygulanan kentler, insanların günler boyunca evlerine kapalı kalması, bu süre içerisinde kurşunla öldürülen çocuklar, bu çocukların kokmasın diye aileleri tarafından buzdolaplarında saklanması, yine bir hikâye vardı ki herkesin hatırladığını düşünüyorum. Galiba Taybet Ana diye geçiyor. Bir kadın sokak ortasında vurulmuştu ve çocukları günlerce onun cesedini sokak ortasından alamamışlardı. Bunun dışında yine iyi bildiğimiz Cizre’de, Sur’da bir takım kapalı mekânlarda yaralı olarak kalan insanlar, bunlara sağlık hizmetinin ulaşamaması… Burada aslında paramparça olduğumuz bir süreç yaşıyorduk ve bu süreçte bir bildiri çıktı, kolektif bir bildiriydi. Bu bildiri diyordu ki: Bir savaş ortamı yaşanıyor, bu sona ersin. Tekrar eski -7 Haziran öncesindeki- barış sürecine, demokratikleşme sürecine dönülsün. Bu bildirinin diliyle ilgili eleştiriler olabilir. Öyle demeseydi de böyle deseydi falan denilebilir ki zaten genellikle böyle tepkiler aldık. Ancak bildirinin niyetiyle ilgili herhangi bir sorgulama yapılamaz çünkü bildiri çok açık bir şekilde bir barış çağrısıydı.
UK: Şimdi bildiriye baktığımızda yurtdışındaki prestijli akademisyenlerden de destekler aldığını görüyoruz. Örneğin Wallerstein, Chomsky vs. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz.
FB: Aslında bu destekler 11 Ocak (Bildirinin yayınlandığı tarih) sonrasında gelen destekler. Niye 11 Ocak sonrasında? 11 Ocak’a kadar bu bildiri daha çok Türkiyeli akademisyenler tarafından imzalanmış bir bildiriydi. 11 Ocak’ta birdenbire bu barış isteyen bildiri dediğim gibi daha çok diline dönük bir eleştiri yapılabilecekken bir teröre destek bildirisine dönüştürüldü. Vatana ihanet bildirisine dönüştürüldü. Bu da Türkiye Cumhuriyeti’nin çok yetkili ağızlarından, Cumhurbaşkanı tarafından yapıldı yine hatırlarsınız. Ben de 11 Ocak sonrasından imzaladım bildiriyi. 11 Ocak’a kadar henüz imzalamamıştım. Çünkü bildiriyi görmemiştim. Bundan sonra aslında bildiriye gerçekten çok önemli destekler geldi. Bunlar bildiride olan hani Wallerstein, Chomsky gibi desteklerin dışında yurtdışındaki bazı bilimsel kuruluşlar, araştırma örgütleri, üniversite bölümleri… Çok çok büyük destekler geldi. Neredeyse sosyal bilimler alanında ve fen bilimleri alanında Dünya’nın en prestijli örgütleri bu bildirinin doğrudan ifade özgürlüğü anlamında değerlendirilmesi gerektiğini, hiçbir şekilde böyle bir cezai yaptırıma uğramaması gerektiğini söyleyen başka bildiriler yayınladılar. Aslında sürece baktığımızda 11 Ocak’ta bir bildiri yayınlanmıştı, bu bildiri bir barış bildirisiydi ama çok şiddetli bir tepkiyle karşılaştı. Benim 11 Ocak sonrasında bildiriyi imzalamamın nedeni de aslında bu tepkinin kendisiydi. Çünkü bir grup insan kendi ifade özgürlüğünü kullanarak ki akademik özgürlüklerin temelinde ifade özgürlüğü vardır, bir adım atmışlardı. Niyeti sorgulanamayacak bir adımdı bu, şiddetin son bulmasını, tekrar bir barış sürecinin başlamasını istiyorlardı. Bu talep böylesi bir tepkiyle karşılaşınca ben kendi adıma eğer buna bir dur denilmezse buna tepki gösterilmezse ilerleyen süreçte ifade özgürlüğünden bahsetmenin, akademik özgürlükten bahsetmenin mümkün olmayacağını ve kendi ifade özgürlüğümü ve akademik özgürlüğümü kullanmak için bu bildiriye imza vermemin gerektiğini düşünerek bu bildiriye imza verdim. Benim bildiri imzalama tarihim 11 Ocak’tan sonra 13 Ocak, 14 Ocak civarıdır. Yani bu anlamıyla birinci ve ikinci imzacılar diye bir şey var bildiriye dair. Ben ikinci imzacılardanım.
UK: Bildirinin imzacılarına devlet kanadından kaynaklı bir takım yaptırımlar uygulandı ancak sanıyorum bu yaptırımları 15 Temmuz öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak gerekiyor. Siz nasıl değerlendirirsiniz?
FB: Çok haklısın. Bu bildiriye ilişkin süreci 15 Temmuz öncesi ve 15 Temmuz sonrası diye ikiye ayırmak gerekiyor. Hemen 15 Temmuz öncesinden yani 11 Ocak’tan başlayarak önce Kocaeli’nde Bolu’da bir takım gözaltılar oldu ama ardından da bırakıldılar. Daha sonra yine bildiri imzalayan arkadaşlardan dört tanesi bir basın açıklaması gerekçe gösterilerek tutuklandılar. Fakat onlarda ilk duruşmada salıverildiler. Hatta dava düşme noktasına geldi çünkü davanın temelsiz olduğu doğrudan savcı tarafından kabul edildi ama bu arada bir takım fiili uygulamalar yapıldı. Mesela Mersin Üniversitesi bildiri imzacılarının görev uzatmalarını yapmadı. Sözleşmelerini yenilemedi fakat ilginç bir şekilde biz bunların hukuksal yollara başvurulduğunda yürütmeyi durdurma kararlarıyla vesairelerle geri dönebildiğini görmeye başlamıştık. Bu süreç içerisinde Ankara Üniversitesi de başka üniversitelerin yaptığı gibi idari soruşturma açtı. Biz idari soruşturmaya dair, gittik ifadelerimizi verdik. Birinci imzacı yani ilk 11 Ocak’taki imzacılara savcılık soruşturması da açıldı. Daha sonra bu soruşturmalar İstanbul’daki ile birleştirildi vesaire. Yani elbette ki içinde bir mobbing’in ve bir zorlamanın olduğu ama hukuki açıdan bakıldığında haklı olduğumuz bir noktadaydık 15 Temmuz’a kadar. 15 Temmuz’dan sonra her şey büyük ölçüde değişmeye başladı. 15 Temmuz’a kadar kendi üniversitelerimizde gördüğümüz idari soruşturma, sözleşme uzatmama ya da görevlendirmelerimizin yapılmaması, yurtdışı izinlerimizin verilmemesi, araştırma projelerimize desteklerin kesilmesi gibi şeyler dışında 15 Temmuz sonrasında oluşan OHAL kapsamında doğrudan ben bunda üniversite rektörlerinin sorumlu olduğunu, üniversite içindeki idari görevlilerin sorumlu olduğunu düşünüyorum. Bir anda KHK’lere konu olmaya başladık. Ben bunu OHAL fırsatçılığı olarak değerlendiriyorum çünkü Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’ne imza atan hiç kimse FETÖ üyesi değildi ve FETÖ üyelerine dair çıkartıldığı iddia edilen KHK’lere bizlerin yani Barış İmzacıları’nın dâhil edilmesi doğrudan bir kötü niyet göstergesi olarak okunabilir. Burada bir takım siyasi süreçlerdense psikolojik süreçlerin ben dinamik oluşturduğunu düşünüyorum. Çünkü bunu belli rektörler yaptılar, belli üniversiteler gerçekleştirdi. Bu üniversitelerden birisi de Ankara Üniversitesi’ydi. Ankara Üniversitesi’nden -çok büyük üniversite olmasına rağmen- bu kadar büyük bir üniversiteden FETÖ gerekçesiyle ihraç olmazken ya da oransal olarak çok küçükken 1 Eylül’den başlayarak Ankara Üniversitesi 102 tane Barış İçin Akademisyenler imzacısını KHK’lere konu yaparak ihraç etti.
UK: Bir de bu KHK’lerin gece çıkması durumunu gözlemliyoruz. Mesela siz ihracınızı nasıl öğrendiniz?
FB: İhracımı bekliyordum. Sadece hangi KHK’de olacağını bilmiyordum. Çünkü 1 Eylül’den başlayarak süreç çok açığa çıkmıştı. Bizi de Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş’in ihraç edeceği, o listelere alacağı kesindi. Bunu kendisi de dillendiriyordu, sağda solda yaptığı konuşmalarda bu ihraçlar sürecek diyordu. İşte bölüm toplantılarımızda dekanımız benzer şeyler söylüyordu vesaire. Ben şöyle öğrendim: 7 Şubat akşamıydı. Kızımla beraber dizi izliyorduk o yüzden telefonun sesi kapalıydı. Çok ilginç bir biçimde dizi bitti. Ben telefonu açtım. 3 tane cevapsız arama vardı ama bu galiba KHK yayınlandıktan 3-4 dakika sonrasına tekabül ediyor. Aynı anda yine telefon çalmaya başladı. Bu da hoş bir tesadüf. Elektrik Mühendisleri Odası’ndan bir arkadaşım telefondaydı. Ben “Hayrola” diye sorduğumda “Allah kahretsin ilk benden mi duyacaksın” dedi. “KHK mi çıktı” dedim ve öğrenmiş oldum.
UK: İhracımı bekliyordum dediniz. Bu beklenen ihraca karşı sizde nasıl bir tepki ortaya çıktı?
FB: Bu benim için çok büyük bir rahatlamaydı. Çünkü 7 Şubat öncesinde dediğim gibi bir sürü KHK yayınlandı. Onlardan 2 tanesi özellikle Ankara Üniversitesi’ni ilgilendiriyordu ama neredeyse her KHK’de benim bir şekilde tanıdığım meslektaşlarım, Barış İçin Akademisyenler imzacısı olduğunu bildiğim insanlar ihraç ediliyorlardı fakat biz Ankara Üniversitesi’nde özellikle bu süreci daha zor yaşadık çünkü yoğunluk çok fazlaydı. Zaten 1 Eylül sonrasında ihraç edilmiş arkadaşlarımızın odalarının kapısının önünden geçmek, onlar ihraç edilmişken derslere girmek, öğrencilerimize bu konuya gönderme yapmadan ders anlatmak çok zorlu bir süreçti bizim için ve sürekli de bir beklenti vardı. Benim son geldiğim nokta eğer bir KHK daha çıkacaksa lütfen onun içinde ben de olayım durumundaydı. O yüzden çok büyük bir rahatlama olduğunu tahmin edersiniz benim için.
UK: Bir de şöyle bir durum var ki sizin de ihraç edildiğiniz 686 nolu KHK’ye kadar yine sizin de belirttiğiniz üzere ihraçlar oldu. Ancak 686 nolu KHK’ye olan tepkinin daha yüksek olduğunu ve toplumun farklı kesimlerinden geldiğini gördük. Bunu neye bağlıyorsunuz?
FB: Bizim durumumuz da benzerdi. 1 Eylül KHK’sı çıktığında içten içe bunun süreceğini bilsek de bunun büyük bir yanlışlık olduğunu düşündük. Çünkü gerçekten yanlıştı. Yani hiç akla mantığa uyar tarafı yoktu. O yüzden çok fazla da büyük bir tepki vermedik. Daha ziyade hukuki yolları zorlamaya çalıştık ama 2. KHK çıktığında yani 679’dan bahsediyorum, orada durum netleşmişti. Orada en azından biz üniversite içinden daha net bir tepkiyi ortaya koyabilmiştik ama kafamızı toparlayıp bu tepkiyi örgütlü hale getirmemiz mümkün olmadan aradan tam bir ay geçmişken 686 yayınlandı ve hepimiz dışarıda bırakıldık. Yani ortada çok ciddi bir adaletsizlik var Uğur ve bu adaletsizliği ben herkesin gördüğünü, içinde azıcık vicdan kırıntısı olan herkesin gördüğünü düşünüyorum. Bizler belki kamuoyunun tamamı tarafından değil belki ama ben mesela odalar çevresinde tanınan bir insanım yine 679 ile atılan Sevilay Çelenk, Mülkiyeliler Birliği’nin eski başkanıydı ve bütün Mülkiyelilerin tanıdığı bir insan. Yine İlhan Uzgel var, Ahmet Haşim Köse var… Bir sürü kamuoyunun tanıdığı isimler var. Hatta doğrudan imzacı olmasa da 686’da Mazlumder’in kurucusu, daha önce zaten defalarca üniversiteden farklı gerekçelerle uzaklaştırılmış Cihangir İslam gibi bir isim var. Yani hepimizin aynı torbanın içinde toplanması ve hepimizin terör örgütlerine iltisak, irtibat gibi saçma sapan gerekçeyle üniversite dışında bırakılması bir adaletsizliği çok net olarak açığa koydu ve ben kamuoyunda bu işe gerçekten “Ya bir dakika, ne oluyor” diyen bütün insanların içinde en azından vicdan kırıntısı olan, bu anlamıyla da hala vicdanlarını koruyan insanlar olduğunu düşünüyorum.
UK: Peki, siz tüm bu yaşananların ve olanların öne geçerek bildiriyi ve referans ettiği şeyi arka planda bıraktığını düşünüyor musunuz?
FB: Dediğim gibi bildiri o gün niyeti sorgulanamayacak kadar doğru bir bildiriydi. Çünkü çok içimizi yakan bir şey yaşanıyordu ve bizler, bu ülkenin aydınları, bu ülkenin iyiliğini isteyen insanlar olarak bir adım atmıştık. Bu adımın devamı getirilebilirdi. Gerçekten bir demokratikleşme süreci başlayabilirdi ama bunun yerine başka bir tepki ile karşılaştık. Bugün özellikle 15 Temmuz’dan sonra aslında olay başka bir boyut kazandı. Yani olay artık Doğu’da Güneydoğu’da olan bir savaş, şiddet olmanın ötesine geçti ve neredeyse Türkiye’de yaşayan tüm kendisine demokrat diyen, kendisine duyarlı vatandaş diyen insanlara dönük bir hal almaya başladı. Bu elbette ki savaşı yadsıyan bir şey değil. Savaş sürüyor ve ben kendi adıma o bildiriye imza atmış olmakla gurur duyuyorum. Barış yanlısı olduğumu ispatladığım için gurur duyuyorum. Herkes de bunu artık böyle görüyor ama dediğin gibi evet, yani bildiri hikâyesi ifade özgürlüğü gibi aslında çok genel bir durumu ortaya çıkardığı için, ifade özgürlüğüne dönük saldırıları ortaya çıkardığı için asıl konu edindiği olayın önüne çıktı. Burada şunu da belirtmem gerekiyor. Ben çok uzun düşündüm. Bildiri sürecinin sonrasında da 15 Temmuz sonrasında da kendi ihracım sonrasında da çok uzun düşündüm. Benim vardığım kanı şu. Bunu Marmara Üniversitesi Rektörü de kendisi ağzıyla ifade etti. Eğer ben o bildiriye imza atmamış olsaydım da bir biçimde üniversiteden uzaklaştırılacağımı düşünüyorum. Çünkü ben odalarda çalıştım, ben Halkevi’nde çalışıyorum, ben toplumsal duyarlılıklara sahip bir insanım ve bu ülkenin daha iyi bir ülke olmasını istiyorum. Bir takım örgütlü faaliyetlerin içerisindeyim ve buna artık tahammül yok. Bunun da ötesinde ben üniversitede olabildiğince eleştirel bir noktadan dünyayı anlama ve anlamlandırmaya, çok çeşitli bilgiyi öğrencilerime aktarmaya çalışıyorum. Oysa şu anda istenen dünyayı anlama ve anlamlandırma noktasında tek bir bakış açısının egemen olarak kılınması. Yani bütün bunlar düşünüldüğünde ben o bildiri olsa da olmasa da bu süreçte üniversiteden ihraç edileceğimi düşünüyorum. Marmara Üniversitesi Rektörü’nün söylediği gibi Barış İçin Akademisyenler bildirisi bizim toplumsal duyarlılıklarımızı bir liste haline getirdiği için işlerini çok kolaylaştırdı. Sadece bu kadarını söyleyebilirim.
UK: Bundan sonrası için itirazlar, planlar ve genel anlamda süreç sizin için nasıl gelişecek? Bireysel mi yoksa toplu olarak mı planlar var?
FB: Onları toplu olarak yapıyoruz. Olabilecek bütün hukuki yollara başvurmaya çalışıyoruz şu anda. Eğitim-Sen üyesiyiz çok büyük bir kısmımız. Eğitim-Sen üyesi olmayan çok küçük bir kısımda dayanışma içinde bütün süreçlerden haberdar ediliyor. Bütün adımları beraber atmaya çalışıyoruz bu süreçte. İşte idare mahkemesi, anayasa mahkemesi, komisyon itirazları vesaire. Bütün bunları yapıyoruz. Bütün bunları yaparken de hem hukukçu arkadaşlarımızın bize söylediği hem de bizim çok iyi bildiğimiz bir şey var. Türkiye’de bütün iç hukuk yolları daha başvurmadan tükenmiş durumda. Çünkü daha önceki örnekler var. Bütün mahkemenin bu koşullarda yetkisi olmadığı, OHAL koşullarında böyle bir davanın açılamayacağı falan gibi cevaplar alıyoruz. Asıl olarak ise ben bunu ihracımdan beri bir takım yerlerde anlatmaya çalışıyorum ki sadece kişisel olarak benim, onun, öbürünün gidişiyle değil aslında bu KHK sürecinin başlamasıyla beraber üniversitede bir durum çok net olarak açığa çıktı. Üniversite bugün 16 Nisan sonrasında eğer başkanlık sistemi onaylanırsa Türkiye’nin geleceği halin bir laboratuvarı durumunda çünkü bütün üniversiteler en basit katılım kanallarının da ortadan kaldırıldığı şu süreçte aslında başkanlık sisteminin bir aynası, bir örneği, bir görüntüsü durumunda. Rektör tarafından yönetiliyor yani bir tek adam yönetimi var. Aşağıya doğru bütün katılım kanalları ortadan kalkmış durumda. Bütünüyle oranın demokratik işleyişini mümkün kılacak kadrolar bir takım yollarla doğrudan rektörle ilişkili olarak atanmaya, seçilmeye başlandı. Bu zaman zaman şantajlarla, tehditlerle böyle yapıldı, zaman zaman bizlerin de onayıyla tamam işler yürüsün düşüncesiyle böyle yapıldı. Bu anlamıyla da üniversite denilen şeyin artık bittiğini düşünüyorum. Çünkü üniversite dediğimiz yer kuruluşundan bugüne kadar eleştirel düşüncenin içinde filizlendiği, akademik özgürlüklerin olduğu başka bir yerdi. Bugün artık Türkiye’de böyle bir üniversite kalmadı. Bütün üniversiteler dediğim gibi bir tek adam rejiminin laboratuvarları haline geldiler ve bu tek adamlarda rektörler durumuna geldi. Şimdi böyle bir noktada bizim özellikle kişisel planlarımızın içerisinde de toplu planlarımızın içerisinde de özellikle üniversite denilen olgunun kendisini bütün o akademik özgürlükleriyle, ifade özgürlüğüyle, eleştirel düşüncesiyle yeniden pratik etmemizi sağlayacak başka örgütlenmeler oluşturmak var. İşte bunun için küçük küçük çabalarımız var. Sen de takip ediyorsundur. Sokak akademileri var, dayanışma akademileri var. Bu tüm Türkiye’de yaygın durumda. Buralarda çabalıyoruz, buralarda bahsettiğim dünyayı anlamak ve anlamlandırmak için insanların bilmesi gereken farklı bakış açılarını anlatmaya çalışıyoruz. Tabii ki bunlar şu an çok küçükler, çok amatör çabalar durumundalar. Bunları büyütmek, bunları geliştirmek, bunları daha anlamlı zeminlere kavuşturmak şu anda bizim önümüzdeki temel görev. Hem kişisel görevlerimiz hem toplu olarak üniversiteden uzaklaştırılan akademisyenlerin görevi. Yani akademik üretimin içinde kalarak, akademik üretimimizi sürdürerek üniversitelerin getirildiği duruma aynı zamanda da Türkiye’nin getirildiği duruma bir direniş örmeye çalışıyoruz. Burada da toplumun tüm kesimleriyle ortaklaşabileceğimiz kanaatindeyiz. Bugün Türkiye’de hayır diyen herkesle omuz omuzayız diyebilirim.
UK: Dayanışma Akademileri, Sokak Akademileri dediniz. Peki, burada akademik araştırmanın fon sorununu nasıl çözeceksiniz? Mali ihtiyaçlar nasıl aşılacak?
FB: Tabii işin o tarafı var. Biz akademik üretim içinde kalmaya çalışıyoruz ama yaşamak da zorundayız. Bunun bir takım koşullarını oluşturabileceğimizi düşünüyoruz. Dayanışma dediğimiz şey tam da orada aslında gündeme geliyor. Biz örgütlü insanlar olduğumuz için, Eğitim-Sen üyesi olduğumuz için şu anda çok büyük bir sıkıntı yaşamıyoruz. Örgütümüzün varlığını arkamızda hissediyoruz. Bir dayanışma fonu var örgütümüzün ve oradan bize bir maddi destek yapılıyor. Bunun dışında arkadaş grupları, dost grupları dayanışma amacıyla bize bir takım destekler de bulunuyorlar. Bunların dışında dayanışma akademilerini sürdürmek için aslında bu dayanışma akademilerinin anlamlı olduğunu düşünen her toplumsal kesimin sadece manevi değil maddi desteğine de ihtiyacımız var. Biz bunun geliştirilebileceğini düşünüyoruz. Bunula ilgili görüşmelerimiz sürüyor. Bütün bunları dediğim gibi ne olacağını tam tahmin edemediğimiz bir örgütlülük içinde buluşturmayı amaçlıyoruz. Bunun olacağına inanıyoruz. Nereden inanıyoruz? Tam da demin söylediğim şeyden. Herkes aslında dünyaya bakıp bunu nasıl anlamlandıracağını bilemez durumda çünkü orada ona sunulan şuradan anlamlandıracaksın, bakış açısı budur denilen şeyin yetersizliğinin farkında. Sadece insanların dünyaya dair kendi içinde yaşadıkları yaşama pratiklerini anlamlı kılabilmek için bile dayanışma akademisindeki derslere ihtiyaç duyacaklarını ve bunu yaşatmak içinde gereken şeyi yapacaklarını düşünüyoruz.
UK: Sizce Türkiye’de Üniversite nasıl tekrar araştırmaya fon sağlayan kuruluş olmaktan çok asli rolüne dönebilir? Bugün Üniversite kavramını nasıl görüyorsunuz?
FB: Burada şunu söylememiz gerekiyor. Üniversitenin Türkiye’de bittiğini söyledim ben az önce ama üniversite sadece Türkiye’de değil tüm dünyada tartışılan bir şeye dönüştü. Özellikle neo-liberalizmin üniversite üzerindeki etkileri çok yıkıcı oldu. Nasıl yıkıcı oldu? İşte üniversite dediğimiz şey çok hızla ticarileştirildi, özelleştirildi. Özel üniversiteler diye bir şey ortaya çıktı. Özel üniversiteler ile beraber üniversite kadroları yani bizim akademisyenler dediğimiz kesim güvencesizleştirilmeye başlandı. Hatta literatürde bundan önce kullanılan işsiz profesörler yerine proleterleşen profesörleri tartışıyorduk. Artık işsiz profesörleri tartışıyoruz. Sonuç olarak üniversitede bir dönüşüm, bir yıkım tüm dünyada yaşanıyor. Şimdi bu noktada da bir takım tipler, tipolojiler ortaya çıkmaya başlıyor üniversitelerde. İşte proleterleşen profesörler dediğimiz ya da proleterleşen akademisyenler belirli pratikler geliştirmeye başlıyorlar. Mesela kolektif çalışmalar yerine bireysel çalışmalara yöneliyorlar, bu bireysel çalışmaları daha ziyade projeler daha sonra sonunda akademik ya da mali bir takım getirileri olacak şeyler olarak kurguluyorlar. Burada da giderek kuramsal olandan, eleştirel olandan kopmaya başlıyorlar. Yani piyasa için bilim üretmeye çalışıyorlar. Bu da aslında üniversiteyi üniversite olmaktan çıkartan bir olguydu. Yani üniversitenin üniversite olmaktan çıkması 15 Temmuz sonrası, OHAL koşullarıyla, KHK’lerle son noktasına gelmiş olabilir ama bu zaten 90’lı yılların başından beri yaşanan bir süreçti. Tam da bu noktada kendimize dönük bir özeleştiriyi yapmak gerekiyor. Bizler üniversite içerisinde bu süreci tartışıyorduk, sürecin çok farkındaydık ama bu süreci durdurmak için kişisel olarak bir şeyler yapmış olsak da bunun bir bilgisini üretmeye çalışmış olsak da örgütlü bir şey yapamadık. Ben şey diye ifade ediyorum. 11. tez işte bilirsin filozoflar dünyayı sadece anlamak ve anlatmakla değil aynı zamanda değiştirmekle de yükümlüdürler (Karl Marx’a ait Feuerbach Üzerine Tezler eserinin içinde yer alan tezlerden 11.’si kastediliyor) lafını bizler değişik biçimlerde panolarımıza asmıştık, aklımızda tutuyorduk ama zaten onları sadece panolarımıza asmış olmakla bu süreci kaybetmiştik diye düşünüyorum. Şimdi bizim dışarıda olmamız tam da bu sözü gerçeğe dönüştürmemizin zeminlerini hazırlıyor diye de düşünüyorum. Yani sadece dünyayı değiştirmek değil kendi dünyamızı değiştirmek. Sadece bilgiyi üretmek değil bu bilgi üretimini toplumun diğer kesimleriyle buluşturmak ve onların dünyaya bakışını, nasıl bir dünya istediklerini anlamalarını sağlayacak bir zemin elde etmek artık daha kolay olacak, daha büyümüş olacak diye düşünüyorum. Zaten baştan beri söylediğim biz bir gün bu üniversitelere sokakta bu konuda bir pratik biriktirmiş olarak ve bu pratikle de üniversiteyi yeniden inşa etmek üzere döneceğiz dediğim şey tam da böyle bir şey. O laftan nefret etmekle beraber söylemekte gerekiyor herhalde. Hep tersten söylenmesin bir de düzden söylensin lafı ayaklarının üzerine çevirelim. Hani 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı çıkıp bunu bir fırsat olarak değerlendirmek lazım demişti biz de bu KHK’ler ile üniversiteden sokağa atılmış olmayı tam da sokakta bir üniversiteyi kurmanın bir fırsatı olarak değerlendirmek zorundayız diye düşünüyorum o yüzden.
UK: Son olarak siz BMO’nun hem kurucu başkanısınız hem de Onur Kurulu üyesisiniz. BMO kamuoyuna söylemek istediğiniz herhangi bir şey var mı?
FB: Bilgisayar mühendisliği genç bir meslek ve akademik süreçlerle son derece ilişkili. Ben Bilgisayar Mühendisleri Odası’nın şu anda kendisine mücadele alanı olarak çizdiği pek çok şeyin aslında dönüp dolaşıp gelip bu bilimsel eğitim, akademik üretim noktasında buluştuğunu, orayla çok ilgili olduğunu düşünüyorum. O yüzden de bütün bilgisayar mühendisleri kamuoyunun özgür ve eleştirel düşüncenin gelişmesi ve buradan kendi mesleklerine dair yepyeni açılımların çıkabilmesi için bu sürece destek vermeleri gerektiğini düşünüyorum ve bu noktada aslında şeyi de söylemem lazım, ben BMO’nun doğrudan desteğini yanımda hissediyorum ama bunun dışında tek tek bütün bilgisayar mühendisleri arkadaşların tam da o analitik düşünceye sahip oldukları için, bilimsel düşünceye sahip oldukları için bir yoldaşım olduklarını, omuzdaşım olduklarını ve benimle dayanışma içinde olduklarını düşünüyorum.
Röportaj: Uğur Kocager