1997 yılının eylül ayıydı ve ikinci sınıftaydık. Ankara’ya yeni geldiği için Kızılay’ı pek bilmeyen Kimya Mühendisliği Bölümü, birinci sınıf öğrencisi bir arkadaşla ODTÜ’den Kızılay’a indik. T cetveli satın aldık.
Kimyacı arkadaşımız, omzunda silah olan bir asker gibi havalı havalı yürüyordu. Yolda karşılaştığımız küçük bir çocuk annesine, “abinin taşıdığı şeyi” sorduğunda annesi bir yandan oğluna o şeyin ne olduğunu açıklıyor, bir yandan da okuyup mühendis olması için öğütler veriyordu. Tabi arkadaşımızın daha bir mağrurlaştığını söylemeye gerek yok…
Stetoskopsuz bir doktor karikatürü olamayacağı gibi mühendis de T cetvelsiz çizilemezdi. Başka üniversitelerde nasıldı, bilemiyorum. Bizim ise hiç T cetvelimiz olmadı. Çizim dersinden çekenleri gördüğümüz için bu yokluktan şikayetçi değildik. Diğer mühendislik bölümleri çizim dersi alırken bizim almıyor oluşumuzu, bilgisayar mühendisliğinin gerçek bir mühendislik olmadığının ispatı olarak görenler vardı. Daha öğrenciyken bile çeşitli sataşmalara maruz kalıyorduk:
-
“Bunun için okumaya gerek mi var? Sizin yaptığınız işi herkes yapabiliyor!”
-
“Bilgisayar mühendisliği, mühendislik bile değil ki!”
-
“Size piyasada kullanılmayan bir sürü gereksiz şey öğretiyorlar. Piyasanın asıl ihtiyaçlarından habersizsiniz!”
Benzer sorular sorunlaşarak, mezuniyet sonrasında iş hayatına taşındı. Fakat itiraf edelim:
Bu sorunlar, özellikle sektörün bilgisayar mühendisliği dışı disiplinlerden mezun olanlar tarafından yönlendiriliyor oluşu ve bilgisayar mühendislerinin meslek örgütü EMO’nun (Elektrik Mühendisleri Odası) bu dönemde sektöre pek müdahil olamayışı meslektaşlarımızda bir rahatsızlık yaratıyordu. Türkiye’de ve dünyada mühendisin sınıfsal dönüşümünü ve işçileşmesini dikkate almayıp sadece kendilerinin bir bilgisayar mühendisi olarak üretim hiyerarşisindeki yerine odaklanmış meslektaşlarımız “keşke doktor olsaydım” pişmanlığı içindeydiler. Aldıkları yüksek puanları heba etmişlerdi… Kendilerinin, işçi-teknisyen-mühendis hiyerarşisinde bir yerleri olacağını ve planlar, tasarımlar yapacaklarını düşlemişlerdi. Oysa şimdi gece gündüz çalışıyorlar, sürekli fazla mesaiye kalıyorlar ve masa başı işçisi olduklarını fark ediyorlardı. Ama meslektaşlarımız bu sorunu büyütmediler. Özellikle 2000li yıllara kadar, Türkiye şartlarına göre yüksek ücretleri vardı. Esnek üretime de katlanılabilirdi, diğer sorunlara da! O kadar işin gücün arasında çok çok azı EMO’ya gelip bir şeyleri değiştirmeyi denedi. Ama meslektaşlar arasındaki dost meclislerinde yakınmaları hep devam etti: Boşuna okumuşuz, keşke doktor olsaydık…
2000li yıllarda ise bu manzaranın hızla değiştiğini gördük. Fazla mesailer, esnek çalışma artık iyice yerleşmişti.. Fakat önceki yıllardan farklı olarak fazla mesaileri katlanır kılan yüksek ücretler de erimekteydi. En önemlisi de bilgisayar mühendisleri işsizlikle tanışıyordu. Bilgisayar mühendisliği bölümlerinin ve dolayısıyla mezunlarının sayılarının hızla artmasıyla beraber ücretlerin düştüğünü, işsizliğin arttığını gördük. Bu dönemde, bilgisayar mühendislerinin talepleri de dönüşüyordu. Daha önce sektörün diğer bileşenlerine karşı bilgisayar mühendislerinin konumunu güçlendirmeye yönelik yakınmalar yerini çalışma hayatında ‘sadece’ var olabilme kaygısına bırakıyordu.
Bilgisayar mühendislerinin imza yetkisini değerlendirirken bu değişim sürecini dikkate almak gerekiyor.
İmza yetkisini ve olabilirliğini tartışmadan önce bir yanlışlığı düzeltmekte fayda var.
BMO’nun kuruluşu öncesinde ve sonrasında, birçok meslektaşımızın BMO’yu imza yetkisi ile özdeşleştirdiğine şahit olduk. İşin ilginci, BMO’nun kuruluşundan rahatsız olan, sektörün bilgisayar mühendisi olmayan bileşenleri de benzer bir özdeşlikten yola çıkarak BMO’ya henüz kurulmadan eleştiriler yönelttiler. Oysa BMO ya da TMMOB’a bağlı meslek odaları tek amacı üyelerinin çıkarlarını korumak olan örgütler değildir. Elbette ki görev ve sorumlulukları çerçevesinde üyelerinin çıkarlarını koruyacaktır. Fakat imza yetkisi, üyelere verilen bir paye değil, sektördeki mühendislik faaliyetlerinin kamu çıkarı gözetilerek denetlenmesidir. Dolayısıyla, yetkiden bahsederken aslında bir sorumluluktan bahsetmekteyiz.
Bilgisayar mühendislerinin imza yetkisini değerlendirirken en başta tartışılması gereken bilişim sektöründeki mühendislik faaliyetlerinin ne olduğunun, nerede başlayıp nerede bittiğinin belirlenmesi ve sınırlarının çizilmesidir. Sonrasında, kamunun çıkarlarının hangi noktalarda tehdit altında olduğunun ve Oda’nın kamu çıkarlarını korumak adına buna nasıl müdahil olacağının tespiti gerekir. İtiraf etmek gerekirse pek kolay bir iş değil, ama olanaksız da değil!
Kapitalizmin belirli dönemlerinde bazı mühendislikler doğuyor, kendini oluşturuyor ve olgunlaşıyor. Örneğin inşaat mühendisliği, 1780-1840 arası dönemde kanalların ve araba yollarının inşasında giderek ihtiyaç duyulan bir disiplin olmaya başlıyor. 1840-1890 arası dönemde ise profesyonel inşaat mühendisliğinin oluşumunu görüyoruz. Makine ve elektrik mühendisliğinde de benzer bir gelişim söz konusu. Bu mühendislikler, bugünkü hallerine bir anda kavuşmadılar. Arkalarında uzun bir bilimsel ve teknolojik birikim var. Bilgisayar mühendisliği öncesi mühendislikler ister bir şeyi inşa ediyor olsun isterse de bir süreci yönetiyor olsun, temelde maddi olanı biçimlendiriyorlar. Kol emeğini, kafa emeği ile ikame ediyorlar. Bilgisayar mühendisliğinin üretim nesnesi ise elle tutulabilen maddi bir şey değil. Zihinsel emeği, yine zihinsel emekle ikame ediyor. Bu nedenle bir bina inşa etmekten söz ediyoruz, ama pratiğimiz yazılım için geliştirme fiilinin daha uygun olduğunu gösteriyor. Yazılım projelerinde, şelale (waterfall) modelinin çoğu zaman yetersiz kaldığını, arttırımsal (incremental) metotların daha iyi işlediğini gözlemliyoruz. Kısacası, T cetvelsiz öğrencilik hayatımızdan sonra, üretim pratiklerimiz de diğer mühendisliklerden farklı.
Bu, BMO’nun yetki alanının oluşturulmasının önündeki birinci sorun. Ancak, bilgisayar mühendislerinin imza yetkisinin olamayacağını söylerken karamsarlığımın bu sorunla ilgisi yok. Çünkü yazılım mühendisliği 1970lerden bugüne önemli bir yol katetti.
Daha büyük sorunlarımız var. Kısa bir dönemde çözülecekmiş gibi de görünmüyor. Bu büyük sorunlardan birincisi mesleğin vasıfsızlaştırılması. Türkiye’nin dört bir yanına hiçbir yeterlilik kriteri gözetilmeden bilgisayar mühendisliği bölümleri açılıyor. Her yıl binlerce bilgisayar mühendisi mezun oluyor. Eğer, bir Oda olarak kamusal denetim iddiasında olacaksak bunun için toplumsal bir kabul de gerekir. Açılan bilgisayar mühendisliği bölümlerinin öğretim kadrosunun ve alt yapısının yetersizliği, mezunlarının da sorgulanmasını beraberinde getiriyor ve BMO’nun meşruluğunu sarsıyor. Buna rağmen, hala, bilgisayar mühendisi açığı olduğu iddia edilebiliyor. Ülkemizin, tutarlı bir bilim ve teknoloji politikası olmadan, en son Pardus örneğinde görüldüğü gibi dışa bağımlı bir bilişim sektörü yönünde adımlar atılırken, bilgisayar mühendisi açığı olduğu neye göre saptanıyor bilemiyorum. Bilişim sektöründe yedek iş gücü ordusunun büyümesiyle beraber işsizlik artıyor, ücretler düşürülüyor, çalışma koşulları ağırlaştırılıyor.
İkincisi, BMO, TMMOB’ye bağlı bir meslek odası. TMMOB ve bağlı odalar hızlı bir yetkisizleşme süreci içindeler. Bir diğer deyişle, meslek alanlarındaki mühendislik faaliyetlerini kamu adına denetleme yetkilerini kaybediyorlar. Diğer mühendis odaları yetkisizleşirken, bizim yetki istiyor oluşumuz akıntıya karşı yüzmek gibi oluyor. BMO’yu imza yetkisi ile özdeşleştiren meslektaşlarımızın, TMMOB’ye bağlı odaların yetkisizleştirilmesinin nedenlerini düşünmeden, sorgulamadan hala böyle bir beklenti içinde olmaları biraz garip olmuyor mu? Aslında her şey bir yana en çok bu gariplik beni umutsuz kılıyor…
TMMOB’nin ve bağlı odaların görevi mühendislik faaliyetlerinin kamusal çıkarlar adına denetlenmesi. Kamusal çıkarları yok ettiğiniz anda TMMOB de ortadan kalkıyor. Bir çok meslektaşımız imza yetkisini, kamusallıktan uzak, bir ayrıcalık olarak talep ediyor. Bu ayrıcalık talebi, meslektaşlarımızı arasında bireyciliği arttırarak kamusal çıkarları yok eden (dolayısıyla da TMMOB’yi) ekonomi politikalarının toplumsal zeminini güçlendiriyor.
Kim bilir belki bir gün meslektaşlarımız, var olan üretim ilişkilerinin, “Doktoru da, hukukçuyu da, din adamını da, şairi de, iktisatçıyı da, mühendisi de (!) kendi ücretli emekçisi haline getir”diğini fark edip ayrıcalık talebinin anlamsızlığını anlarlar ve kendi çıkarlarının halkın çıkarlarından ayrı ele alınamayacağını fark ederler.