BMO/TMMOB

Gezi Direnişi ve TMMOB’nin Mücadelesi

490-260

Gezi kalkışması Türkiye tarihinin en kitlesel halk hareketlerinden biri belki de en önemlisi olarak tarihteki yerini aldı.

28 Mayıs’ta Gezi Parkı’nın yerine AVM ve Topçu Kışlası yapılmasına karşı Gezi Parkı’nda başlayan tepkiler, başta iktidarın başı olmak üzere tüm temsilcilerinin faşizan tavrı ve polisin masum insanlara karşı sergilediği insanlık dışı saldırılar nedeniyle hızla büyüdü ve tüm ülkeye yayıldı.

Oldukça özgün dinamikleri olan, oldukça özgün eylemselliklerle gelişen ve özgün sonuçları olan bu isyan ülke sınırları dışında da yankı ve destek buldu. Örneğin Almanya’nın Köln şehrinde 50 bin kişilik destek mitingi düzenlenecek bir ölçeğe ulaştı.

Eylemlerin üslubu, kullanılan zekâ dolu dil, sosyal medya başta olmak üzere teknolojinin tüm zenginliklerinin kullanıldığı yöntemler ve bu yöntemlerle pek çok kesimin konunun muhatabı haline getirilmesi iktidarın baş etmesinin mümkün olamadığı yeni bir muhalif kitleyi ve hareketi doğurdu.

Muhalif birkaç yayın organı dışında, medyanın büyük çoğunluğunun üç maymunu oynadığı bu süreçte halk kendi iletişim kanallarını yarattı ve ülkenin gündemine oturmayı başardı. Kalkışma hem oluş biçimi, hem yöntemi, hem de kitleselleşmesi açısından iktidarın algılayamadığı ve karşı koyamadığı bir niteliğe büründü.

Öncelikle kendiliğindendi; bildiğimiz anlamıyla örgütlü bir hareket değildi. Çoğunlukla sosyal medyadan duyularak görülerek tepki geliştirildi ve katılım sağlandı. İktidar, olmayan örgütü bulmaya sonrasında yaratmaya çalıştı ancak beceremedi, “dış mihrakların bir oyunu” dendi, “Mehmet Ali Alabora’nın oyunu sahnelendi” noktasına gelindi.

Politikti; çevre duyarlılığı ile gelişti, iktidara ve politikalarına topyekûn bir isyana dönüştü.

Sınıfsaldı; ücretli çalışanların, gençlerin ve işsizlerin ve genel ismiyle güvencesizlerin eylemi olarak ortaya çıktı.

Halk hareketiydi; taraftar gruplarından öğrencilere, çalışanlardan işsizlere, Taksim’den Gazi Mahallesi’ne, Tunalı’dan Dikmen’e toplumun her kesiminden insanı bir araya getirdi.

Meşruydu; başından sonuna kadar haklıydı. Yaşamlarına müdahale edilen, yaşam alanları yok edilen insanların özgürlük ve eşitlik talebinin sokağa yansımasıydı. Öldüren bir şiddete karşı bile şiddet araçlaştırılmadı.

direnis4

Farklıydı; polisin orantısız gücüne orantısız zekayla karşılık verildi. Sanki ekşi sözlük ekibi sokağa inmişti. Teknik yönü oldukça güçlü bir direnişti, ekipmanlar tamdı. Gaz maskesi, deniz gözlüğü, baret gündelik aksesuarlar halini aldı. Kuğulu Park’taki bir dövize yazılan “Bozkırın ortasında deniz gözlüğü taktıran tavrına hayran olayım…” cümlesi hem durumu özetliyor, hem de bu isyanın zekâsını ortaya koyuyordu.

Ve belki de en önemlisi, insanların öz gücüne inandığı; hiçbir yapıyı, kurumu, örgütü desteğe ve yardıma çağrılamadığı bir isyandı. “Ama darbeciler de vardı aralarında” üzerinden bir eleştirinin herhangi bir karşılığı yoktu.

Polise karşı kitap okumak, duran adam eylemleri gezi ruhunun yaratıcılığının en özgün örnekleriydiler. Ve Gezi ardından, Brezilya’da da yaşanan hükümet karşıtı gösterilerde de karşılığını buldu.

Başından sonuna dek meşru olan bu eylemler iktidar tarafından anlaşılmaya değil, kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışıldı.

direnis6

İktidarın başının “birkaç çapulcunun işi” dediği bu eylemlerde 7 insan katledildi. Mustafa Sarı isimli polis köprüden düşüp yaşamını yitirdi. Ölümlerin ikisi, Abdullah Cömert(22), Ethem Sarısülük(26) doğrudan polisin saldırısı nedeniyle, Ali İsmail Korkmaz(19) ise bilirkişi raporuna göre polis olduğu düşünülen sivil kişiler tarafından linç edilmek suretiyle gerçekleşti. Mehmet Ayvalıtaş (21) eylemcilerin arasından geçmeye çalışan bir aracın altında kalarak yaşamını yitirdi. Yoğun gaza maruz kalan Zeynep Eryaşar (50) kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi.

Gezi’nin devamı niteliğinde gelişen ve ODTÜ arazisinden yol geçirilmesine karşı başlayan tepkilere destek için, Antakya’da düzenlenen eylemde, Ahmet Atakan(22) resmi kurumların iddialarına göre belirsiz bir nedenle yüksekten düşerek, görgü tanıklarının ifadelerine göre ise başına isabet eden gaz kapsülü nedeniyle yaşamını yitirdi. Ve son olarak İstanbul Kadıköy’de yoğun gaza maruz kalan Serdar Kadakal(35) kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi.

Başına gaz kapsülü isabet eden 14 yaşındaki Berkin Elvan ise halen hastanede yaşam mücadelesini sürdürüyor.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın TTB’den aldığı verilere göre 1 Ağustos 2013 tarihi itibariyle 8163 kişi yaralanarak veya kimyasal gazdan etkilenerek hastanelere/gönüllü revirlere başvurdu.

direnis3Emniyet Genel Müdürlüğü verileri Bayburt hariç 80 ilde Gezi Parkı eylemlerine destek amaçlı düzenlenen 4 bin 900 eyleme toplam 3 milyon 545 bin kişinin katıldığını, gözaltına alınan 5 bin 300 kişiden 160’ının tutuklandığını gösteriyordu.

Devletin resmi organının dahi milyonlar dediği bu “terörist çapulcu” kitlenin profili ise tam aksini işaret ediyordu:

Yapılan araştırmalar; Gezi’ye katılan eylemcilerin büyük çoğunluğunun herhangi bir dernek/örgüte üye olmadığını, ilk defa Gezi süreciyle bir eyleme katıldığını ve polis şiddetini gördükten sonra katılmaya karar verdiklerini gösteriyordu. Hemen hemen tamamı bir grubu temsil etmeyen kendi iradesiyle gelmiş kişilerdi. Ve geliş nedenleri daha çok “özgürlüklerin kısıtlanması” olarak ifade ediliyordu. Yaşça oldukça genç olan bu kitleyi ücretli çalışanlar, işsizler ve öğrenciler oluşturuyordu. Ve ücretliler, genellikle “beyaz yakalı” olarak tabir edilen mesleklerde çalışan hizmet sektörü emekçileri, ücretli mühendisler vb. idi.

İktidarın iddia ettiği gibi ortada dış mihrakların beslediği bir “terörist örgüt”ün olmayışı, iktidarın karşı argüman geliştirmesini zorlaştırdı ve tek çıkar yol olarak milliyetçi muhafazakâr çevrelerin cami-bayrak hassasiyetini yalan beyanlarla kaşıma yoluna gidildi. İktidar kendisine oy veren ve “ülkenin yüzde ellisi” olarak tariflediği bu kesimi evde zor tuttuğunu ifade ederek neredeyse bir iç savaş kışkırtmacılığına soyundu. Ve bu çaba eli palalı, sopalı saldırganlar şeklinde karşılık buldu.

Biriken Tepki

Başlangıcı itibariyle Gezi Parkı direnişi olarak tanımlanan bu eylemler; özünde halkın 11 yıllık AKP iktidarına ve politikalarına ve iktidarın başının “Ben bilirim” tavrına karşı birikmiş öfkesini bir başkaldırıya dönüştürdüğü, artık yeter eylemleri olarak nitelendirilebilir. Bu kalkışma tam da “yeter hayatımıza karışma” noktasında ortaklaşmıştır.

  • Genel olarak AKP iktidarının temel siyasetini oluşturan muhafazakâr yaşam tarzını ülkeye dayatma durumu,

  • Demokrasiyi çoğunluk diktasının bir aracı halini getirme, seçim sandığına indirgeme yaklaşımı,

  • Halkın talepleri dikkate alınmadan uygulanan ve kentleri ranta açan kentsel dönüşüm projeleri,

  • Doğal yaşam alanlarını yok eden HES inşaatları,

  • 4+4+4’le eğitimde yaşanan dönüşüm,

  • Dindar nesil beklentileri,

  • Kadın bedenine kadar uzanan kararlar; kürtaj sezaryen-yasakları, “şu kadar doğuracaksınız” dayatmaları,

  • Alkol yasağı, alkol tüketenlerin “ayyaş” olarak nitelendirilmesi,

  • Alevileri cemaatleştirme uğraşı,

  • Kamu kurumlarının özelleştirilmesi, emekçilerin günden güne çalınan hakları,

  • Cezaevlerine tıkılan öğrenciler gazeteciler aydınlar,

  • Kürt sorununun çözümüne dair samimi adımlar atılmayışı, Uludere Katliamı’nın aydınlatılmaması

  • Ergenekon, Balyoz, KCK, Devrimci Karargâh gibi davalarla, telefon dinlemeleriyle, böceklerle halkı sindirme çabaları toplumu isyan noktasına getirdi.

Son dönemde yaşanan gelişmelerden Emek sinemasının sanatçıların tüm muhalefetine rağmen yıkılması, İstanbul’a 3.köprü tartışmaları, iktidarın Orta Doğu politikasının sonucu olarak yaşanan Reyhanlı katliamı, Taksim’in 1 Mayıs’ta emekçilere dar edilmesi, ODTÜ’yle başlayan ve tüm üniversitelere yayılan saldırılar, işlerinden kovulan ve yazacak köşe bulamayan gazeteciler ise sabrı taşıranlar oldu.

Bir yandan insanların yaşam tarzına müdahale şeklinde gelişen bu saldırılar, öte yandan insanların yaşamını sürdürdüğü kentlere mekânlara alanlara yöneldi. Bu yaklaşım muhafazakâr iktidar anlayışının kendilerinden olmayan kentli kimliğini yok etme çabası olarak nitelendirilebilir. İsyan kitlesinin çeşitliliği de bunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Ülkenin başbakanı artık halkın nezdinde gayet açık dillendirildiği şekliyle başbakan değil padişah/diktatördü.

Ve bu nedenledir ki Haziran isyanının belki de en belirgin sloganı “Faşizme karşı omuz omuza” oldu.

Her ne kadar kendiliğinden örgütsüz bir kitle kalkışması gibi görünse de pek çok siyasi yapı, parti, dernek, demokratik kitle örgütü Gezi’nin asli bileşenleri oldular.

Direnişin ön safında yer aldılar ve eylem pratiği içinde bir yandan öğrettiler, diğer yandan 80 günlük TEKEL işçilerinin direnişinde olduğu gibi Gezi’den çok şey öğrendiler.

Ve belki de ilk defa bu denli geniş bir kitleyle temas etme olanağı buldular. Gezi meslek odaları da dâhil olmak üzere tüm kitle örgütlerinin örgütlenme zeminini ve koşullarını oldukça genişletmiştir demek yanlış olmayacaktır.

Bu bağlamda değerlendirildiğinde Gezi’nin örgütsüzlüğü üzerine ne bir kutsama ne de hayıflanma doğru görünüyor. İsyan kendi iç dinamikleri içerisinde kendi öz örgütlenmelerini yaratmaya başladı bile. Gezi’nin öz örgütlenme modelleri olarak ortaya çıkan mahalle/park forumları/insiyatifleri/komiteleri tam da bugünün somut pratiğinin ürünleridir.

Bugünün maddi koşullarında oluşan örgütlenme modellerini geçmişin birikimiyle zenginleştirme sorumluluğu da var olan ilerici demokrat yapılara düşmektedir.

Demokratik kitle örgütleri; başta, barolar hukuki sürecin takibi ve Türk Tabipleri Birliği(TTB) sürekli alanlarda hazır bekleyen sağlık ekipleriyle Gezi sürecinde oldukça iyi bir sınav verdi.

Direnişte TMMOB

direnis2

TMMOB de kadroları ve mekânlarıyla direnişin kalbindeydi ve mücadele halindeydi. Bununla birlikte, kadrolarımızın dinamizmini üye tabanımızla buluşturmak noktasında eksiklerimiz vardı. Üyelerimizle birlikte hareketimizi sağlayacak, üye örgüt bağını güçlendirecek adımlar atılması ihtiyacı daha da belirginleşti. Bu bağlamda örgüt olarak çoğu yapı gibi bu süreci yeterince hazırlıklı karşılayamadığımız söylenebilir.

Ancak öte yandan, Gezi sürecinin sözcüsü olarak ortaya çıkan Taksim Dayanışma Platformu bileşenlerinin önemli çoğunluğu TMMOB odalarının yöneticileri ve üyeleriydi.

Direniş boyunca TMMOB ve bağlı odalar revir olarak hizmet verdi ve bu nedenle oda mekânları saldırıya uğradı. Arkadaşlarımız gözaltına alındılar tutuklandılar ama yüzlerindeki gülümsemeyi hiç yitirmediler. Taksim Dayanışma Platformu’ndan yol arkadaşımız EMO İstanbul Şubesi Başkanı Beyza Metin’in gözaltına alınmadan önce gülümseyerek ilettiği mesaj inancı kararlılığı özetler nitelikteydi “Merak etmeyin iyiyiz… Çünkü haklıyız…”

Ve nihai olarak TMMOB örgütlülüğünün direnişteki bu tavrı bir gece yarısı operasyonuyla birliğin yetkilerinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devriyle karşılık buldu.

TMMOB açısından yeni denilecek bir tartışma değil bu. 70’lerden bugüne TMMOB’nin inatla ve ısrarla sürdürdüğü kamu yararı vurgusu, demokratik eşit özgür ülke talebi AKP’nin yeni liberal politikalarına ters düşüyor.

TMMOB; özelleştirmelerle kamu kurumlarının satılmasına, doğal kaynakların talan edilmesine, kentsel dönüşüm adı altında yoksul halk mahallelerinin rant alanı haline getirilmesine karşı çıkıyor. Kentlerin meydanların yağmalanmasına, doğal yaşamı yok eden HES yapımlarına, nükleer santrallere, SİT alanlarının yok edilmesine engel oluyor. Özetle iktidarın çarkına çomak sokuyor.

Gezi Parkı’na AVM yapılmasına karşı ilk tepki Mimarlar ve Şehir Plancıları odalarımızdan geldi. Bu nedenledir ki böceklerle Mimarlar Odamızın birimlerinin dinlendiği ortaya çıktı. Özelleştirmelere karşı en sağlam duruşu Elektrik Mühendisleri Odamız gösterdi. Nükleer karşıtı mücadelede Çevre Mühendisleri Odamız bayrağın taşıyıcısı oldu.

Farklı hiçbir sese tahammül edemeyen iktidar doğaldır ki TMMOB gibi bir kitle örgütünün varlığından rahatsızdır.

Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlatılan Devlet Denetleme Kurulu(DDK) raporuyla başlayan TMMOB’yi toplum önünde itibarsızlaştırma çabaları, TBMM hiçe sayılarak hazırlanan Kanun Hükmünde Kararname(KHK)’lerle TMMOB’yi işlevsizleştirme niyetine dönüştü. Bu konuda yandaş basını da yanına alan iktidarın en son TMMOB yasasını değiştirme gayreti TMMOB örgütlülüğünün direnci sayesinde geri püskürtüldü ve yasa değişikliğine dair bir çalışmanın olmadığı bakanlık tarafından ifade edilmek zorunda kalındı. Bu beyana rağmen 9 Temmuz 2013 gece yarısı TMMOB’nin yetkileri bakanlığa devredildi.

Ancak iktidarın bu kez unuttuğu TMMOB’nin artık yalnız olmadığı gerçeğidir. İktidarın zorlamalarına rağmen “evde” durmayan ve iktidarın otoriter tavrına karşı tepkisini meydanlarda ifade eden milyonlar artık TMMOB’nin yol arkadaşıdır. Daha öncesinde TMMOB’ye mesafeli yaklaşan kesimlerden “TMMOB’ye Dokunma!” sesleri yükseliyor artık.

TMMOB, 70lerdeki toplumsal koşulların yarattığı toplumcu geleneği bugün de Gezi ruhuyla beslemelidir. Bugün TMMOB’nin ve diğer kitle örgütlerinin beklediği toplumsal muhalefet artık alandadır. Ve bu toplumsal muhalefetin omurgası tam da TMMOB’nin büyük çoğunluğunu oluşturan üye kitlesiyle örtüşmektedir.

Artık alanda olan bu kitleyi, alanda olan örgütüyle buluşturacak dönüşümleri yaratmak Birlik olarak ortak sorumluluğumuz olmalıdır.

TMMOB bir yandan Gezi’nin örgütlenme biçimi olarak ortaya çıkan forumların örgütlenme sürecinde ve/veya katılım sürecinde daha etkin yer alarak kitlesiyle ve de toplumla bağlarını güçlendirmeli, öte yandan kendi üye tabanıyla, Gezi sürecini yaratanların örtüşen noktalarını görerek,  üye tabanının taleplerini ve ihtiyaçlarını önceleyen bir yapıya kavuşmalı ve bu kapsamda örgütlenme pratikleri geliştirmelidir. TMMOB’nin olduğu gibi, Gezi eyleminin de omurgasını oluşturan, her ne kadar yaygın olarak bu omurgayı tariflemekte tartışmalı bir kavram olan orta sınıf tercih edilse de, aslında günden güne işçi konumu belirginleşen güvencesiz emekçi kitlesidir.

Ergin Yıldızoğlu’nun 17 Haziran 2013 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Gezi Parkı’ndaki Işığın Gösterdiği” başlıklı yazısında ifade ettiği şekilde:

“Kapitalizmin krizi içinde, değişim, dönüşüm süreçlerinin bir parçası olarak Fordist sermaye birikim rejimi tasfiye olurken kitlesel sanayi üretimi, fabrika işçisi, örgütleri, kültürü ve alışkanlıklarıyla, değişik yerlerde farklı hızlarda eriyor ya da bir mutasyon geçiriyor. Sermayenin yeni teknolojilerle dönüştürdüğü, ve/veya yeni girdiği, bilişim ağlarına bağlanmaya başladığı alanlarda oluşan maddi, simgesel, duygulanım yaratıcı (affective) üretimin üzerinde yeni bir sınıf tarih sahnesine çıkıyor.”
..bu sınıfın bireyi, sorunlarını öncelikle “ekmek peynir sorunu” değil, özgürlük, özgünlük ve haklar sorunu olarak algılıyor. Bu birey, devletin ve uzmanların kendisini rahat bırakmasını, yaşamına karışmamasını istiyor, farklı ülkelerde, farklı iktidarlara karşı ama aynı taleplerle, aynı yöntemlerle, aynı örgütlenme biçimlerini ve teknolojileri kullanarak baş kaldırıyor. Baş kaldırmaya başlayınca daha önce edindiği somut aidiyetleri (dini, etnik, siyasi) aşarak ortak bir evrensel özgürlük talebinde birleşmeye başlıyor. Tarih bu sınıftan yana. Gezi Parkı Direnişi’nde, Ankara, İzmir sokaklarında bu hızla büyümekte, iradesini ortaya koymakta olan bu genç proletaryanın gücü, sesi, “epik tragedyası” yankılanıyor.

Bu genç işçi kesiminin bu yaşam tarzı ve konumlanışı; (AVM’lere giden kitlelerin AVM’leri protesto eder oluşu, kredi kartı kullanıcılarının, banka hesabı sahiplerinin Gezi’yi desteklemeyen bankalara isyan bayrağı açışı) bu süreçte sermaye çevrelerinin de tavır alışını zorlaştırdı. Bir grup sermaye çevresi, bu isyanın büyük oranda “müşterilerinin” isyanı olmasından hareketle, (mevcut burjuva yaşantısını da tehdit eden siyaset tarzına bir karşı çıkışa ek olarak) bu kitleyi kaybetmemek adına yaklaşımını Gezi’den yana koymak durumunda kaldı.

direnis1Beyaz yakalı olarak tabir edilen bu “yeni sınıf” aslında işçi sınıfının yeni yüzüdür. Bu yeni işçi kesimini geleneksel işçi sınıfıyla buluşturmak tarihsel bir dönüşümün de temel dinamiği olacaktır. Kurucu Yönetim Kurulu Başkanımız, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi hocalarından Doç. Dr. Funda Başaran Özdemir’in Sendika.org’da 10 Haziran 2013 tarihinde yayımlanan yazısında çok güzel ifade ettiği şekilde “Gezi Direnişi’nden Tekel Direnişi’ne bir köprü kurulmak” durumundadır.

Bu noktada özellikle sendikalara ve meslek örgütlerine bu yeni işçi kesiminin ihtiyaçlarını karşılayacak örgütlenme modelleri geliştirmek ve/veya var olan örgütlenme modellerini bu kapsamda zenginleştirmek ve bunun için teknolojiyi araçsallaştırmak gibi bir sorumluluk da düşmektedir.

Gezi sürecinde sendikalarca alınan genel grev kararlarının yeterli karşılığı bulamayışı ve yansımalarının çok zayıf oluşu bir gösterge olarak bunu zorlamaktadır. Bu yeni işçi kesiminin “gündüz iş akşam direniş” söylemini tüm gün direnişe dönüştürecek yöntemler üzerine düşünülmelidir.

Teknolojinin aslında varlık nedeniyle çelişik bir şekilde sistem karşıtı bir araç haline getirilebileceği Gezi sürecinde çok net görülmüştür. Yeni iletişim teknolojileri ve örgütlenme ilişkisi üzerine kafa yormak buna dair çözümler üretmek bir görev olarak ortaya çıkmaktadır. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Gamze Yücesan Özdemir Hoca’nın Emek ve Teknoloji kitabında “Mücadelenin Teknolojisi” olarak tariflediği kavramı hayata geçirmek tarihsel bir zorunluluktur.

Haziran isyanının özeti artık bu ülkede hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağıdır.

Türkiye insanı dönüşmüştür. Yıllardır apolitik olarak nitelendirilen kitleler sonuna dek politik bir tavır sergilemiş ve politikleşmiştir, daha ötesi eylemcileşmiştir. Tunalı Hilmi’den “Tomalı Hilmi”yi yaratan, bu nitelik sıçramasıdır.

İktidara “senin her dediğine artık evet denmeyecek” mesajı çok net verilmiştir. İktidarın en önemli silahı olan gündem yaratma özelliği yok edilmiştir. Tek gündem Gezi olmuştur, bundan böyle gündemi iktidar değil halk belirleyecektir.

AKP karşıtı toplumsal kesimler bir araya gelmiştir. Toplumda dayanışma ve mücadele ruhu yeniden vücut bulmuştur.

Sistem karşıtı İslamcı kesimlerle gerçekleştirilen yeryüzü iftarları, BDP ve Mustafa Kemal flamalarının el ele direnişi bunun somut göstergeleridir.

Kürt sorununun toplumsal zeminde çözümü, toplumsal barış Gezi’yle daha da yakınlaşmıştır. Lice’de karakol yapımına karşı gelişen olaylarda öldürülen Medeni Yıldırım’a Gezi’nin sahip çıkması oldukça anlamlıdır.

İktidar sarsılmıştır, zayıflamıştır, korkmuştur. Bu nedenle benim diyerek %50 olarak tariflediği kendi seçmen kitlesine sarılmış, liberal dili bir kenara iterek milliyetçi mukaddesatçı dile geri dönmüş, sermaye de dâhil tüm çevrelere saldırmıştır.

Ve nihai olarak iktidar artık muktedir değildir… Belki ülkede bir devrim olmamıştır ama devrim niteliğinde bir dönüşüm olmuştur… Gezi; eşit ve özgür bir yaşam tahayyülünün, “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine..” yaşamanın mümkün olduğunu göstermiştir.

Başka türlü bir şey”dir bu yaşananlar, Taksim’den Kızılay’a, Tuzluçayır’dan Tunalı’ya kurulan köprü, Gezi’den de Tekel’e kurulduğunda bambaşka bir şey olacağı kesindir.

İşte bu yüzden; güneşi kucaklayan canlara, insan daha özgür olsun diye toprağa düşen fidanlara; Ethem Sarısülük’e, Mehmet Ayvalıtaş’a, Abdullah Cömert’e, Ali İsmail Korkmaz’a, Medeni Yıldırım’a, Ahmet Atakan’a, 14 yaşında yaşam mücadelesi veren Berkin Elvan’a ve Gezi ruhunu yaratan bu güzel ülkenin tüm güzel insanlarına selam olsun…

Ve de Nazım’a… Güzel günler görüyoruz Usta… Güneşli günler…